Translate

25 Temmuz 2010 Pazar

Yabancı Gözüyle Türk Romanı

“Yabancı”, Princeton Üniversitesi’ndeki doktora çalışmasını, 1872-1900 yılları arası TÜRK ROMANI üzerine yapan Robert P.Finn’dir.

Finn’in, 1976-77 yıllarındaki çalışması, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş, dağılma sürecinin ruh kargaşasını ortaya koyar.

Ellerindekinin gitmekte olduğunu gören Osmanlı aydını, yeniliklere sarılmak ister ve kendilerinden çok ileri olan Avrupa’ya döner; vakit sınırlıdır, Avrupa’yı sadece şekil olarak taklit eder ve bu şekilcilik bugün de hala varlığını sürdürecek genel bir alışkanlık haline gelir; esasa girmek yerine dış çerçeveyi, görünüşü değiştirmek temel karakterdir artık.

Türkçe de dahil 15 dil bilen Finn, 2002-2003 tarihleri arasında ABD’nin Afganistan Büyükelçisi olarak görev yapmış, Nazlı Eray’ın Orpheus adlı eserini İngilizce’ye çevirmiştir.

TOMRİS UYAR TÜRKÇE’YE ÇEVİRDİ 

Finn’in tezini Türkçe’ye kazandıran Tomris Uyar’dır.

Bu da kitabın dikkate alınmasını gerektirecek bir işarettir.

1872 ile 1900 yılları arasında “aşağı yukarı” 35 Türk romanı yayınlandığına dikkat çeken Finn, kitabında bunlardan 18’ine değinmiş, 13’ünü de irdelemiştir.

Finn, Türkçe’deki roman tarihini, 1872’de yayınlanan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-i Talat ve Fitnat adlı romanıyla başlatır:

Taaşşuk-i Talat ve Fitnat, gerçek aşkın özü, aşkta özverinin önemi gibi konulara eğilişiyle olduğu kadar, betimlemeleriyle de bu masalları (Leyla ile Mecnun, Hüsrev ile Şirin) anımsatır; oysa anakonu, on dokuzuncu yüzyıl sonlarının bir toplumsal sorunu olan görücü evliliğidir. Yine de bu masalda Talat’ın annesinin ağzından dinlediğimiz kendi başından geçen aşk öyküsü, temelde Leyla ile Mecnun’dan alınmadır.”

NEDENSELLİK YOK 

Finn, Divan Edebiyatı geleneğinin temelde, “kişilerin ruh durumlarını vurgulama” ya dayandığını, toplumun durumunun ağırlık taşımadığına, bu geleneği sürdüren ilk Türk romanlarının da aynı şekilde, “nedensellik ilkesine” uygun eylemle ilgilenmedikleri tespitini yapar.

“Türk romanı, İngiliz ve Rus romanında gördüğümüz kırsal panoramaya ilgi duymaz. Tarihi süresince kentçiliği ağır basan bir olgudur, bu; önceleri İstanbul ve çevresinin, daha sonra da Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal’ın yapıtlarında görüldüğü gibi, Ankara’nın değerleriyle ilkelerini yansıtır. (…)
“İngiltere’de ve Fransa’da roman, aslında orta sınıfların yaşama alanıdır, öyle olagelmiştir; ne var ki, yüzyıl öncesinin Türkiyesi’nde roman türü, küçük, sezgili bir okur kitlesine seslenen, kentli ve aydın bir seçkinler tabakasının buyruğundaydı. Yani roman, yaratıcının algılarını, büyük ölçüde paylaşan bir okura, yine tanıdık bir yaşam aracılığıyla sesleniyor. Romanın ortamı, toplumu tümüyle kapsamıyordu; yeni yeni ayrıcalıklar kazanmış bir tabakanın ortamıydı.”

ÇÖKÜŞ DÖNEMİNİN ALEGORİSİ

Finn, ilk romanlarla ilgili ilginç bir tespit yaparak, bunlardaki karamsarlığı, Osmanlığı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olmasının bir yansıması olarak görür. Yazarlar, toplumsal ve siyasi konularda yazamıyorlardır ama bir aile içi hikayenin rengini/tonunu belirleyen yine toplumsal/siyasal gelişmeler olmaktadır:

“Ekonomik ve toplumsal yozlaşmayla hızlanan çöküş döneminin alegorisi, gittikçe kararan bir roman atmosferi içinde izlenir. Türk romanının 1872’den 1900’e kadar gösterdiği gelişme, yabancı bir tekniğin topluma ustaca yedirilişi açısından ilginç bir tarihçedir.”

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL'İN İNCELMİŞ TEKNİĞİ

Finn, Şemsettin Sami’den, “yalnızca Paris’li gündeşlerinin edebiyat yöntemlerini özümlemekle kalmayan bir sonraki kuşağın estetik akımlarını haber veren” Halid Ziya Uşaklıgil’in “incelmiş, usta tekniğine” varıncaya kadarki dönemi/dönüşümü; Fransa’da 1678 yılında yayınlanan, (psikolojik romanda modern geleneğin başlangıcı kabul edilen) La Princesse de Clèves’den, (psikolojik romanın güçlü ismi) Paul Bourget’in (1852 1935) Çömez’i arısandaki “korkunç uzun yolun katedilmesi" olarak görür.

“Böylesine inanılmaz bir yolun bir kuşağın yaşamı süresince alınması, o dönem Türk romanının öykünmeciliğine bağlanabilir. Ayrıca bu gelişim, ne özde ne kronolojide Fransız romanının gelişimine koşut gitmez, umulabileceği gibi oldukça rastgele ve görelidir.” görüşünü savunur.

Üstelik bu iki Fransız romanı arasında, Rus ve İngiliz klasik yazarlarını saymazsak, sadece Fransa’da şu büyük isimler vardır:

Stendhal (1783-1842), Honore de Balzac (1799-1850), Prosper Merime (1803-1870), Gustave Flaubert (1821-1880), Goncourt Kardeşler: Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-870), Alpnonse Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893).

(Robert P. Finn, Türk Romanı/İlk Dönem 1872-1900, Bilgi Yayınevi)

İlk Türk Roman Yazarlarının Zaafları

BUGÜN DE AYNI ZAAFLAR

1872- 1900 tarihleri arasındaki ilk Türk romanı üzerine doktora çalışması yapan ve bunu kitaplaştıran Amerikalı yazar, diplomat Robert P. Finn, ilk Türk roman yazarlarının kimliklerini ve zaaflarını, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminin yansımaları ve sonucu olarak değerlendirir.
Ortaya garip bir şekilde bugün de değişik bir örneğini yaşadığımız bir yazar kimliği ve yansıttıkları dünya ortaya çıkar.

Yazar kimliğinin, birebir olmasa da genel çerçevede, yüz yıl sonra bu topraklarda aynı noktaya gelmesinin nedeni ne olabilir?

Finn’i dinlersek belki çıkarabiliriz:

“Romancılar, kişilerini kendi çevrelerinden, İstanbul toplumunun küçük, içine dönük dünyasından seçerler. Kentin geniş dünyası romana ya bir araba penceresinden girer, ya zarif bir kayıktan izlenir; Beyoğlu’nda ithal malı eşya satan bir mağazadaki kumaş topları arasında ya da edebiyatçı dostlarla geçen çılgın bir akşamda şöyle bir görünen bir ‘nümune’dir."

ÖYKÜNDÜKLERİ KÜLTÜR

“Bu toplumun ana çizgisini oluşturan genç adamlar, yaşamı umursamazlar. Amaçları, Fransız beğenisinden ve levanten terziler elinden çıkma giysilere kavuşmak gibi geçici hevesleri aşmaz. (…) Abdülhamit rejiminin baskısı onları siyasaya katılmaktan alıkoymuştur, onlar da bu küskünlüklerini pahalı bir kültürün sunduğu hazlarla geçiştirirler, oysa bu pahalı kültürün ayrımcılıklarının bedelini bile ödeyememektedir iflas etmiş İmparatorluk. Hepsinin ağır ve düzenli çalışma gerektirmeyen bir işi vardır, hepsi mirasa konmuştur. İçedönük gençlerdir, mutlulukları, duyum açlığının doyurulmasına bağlıdır. Öykündükleri kültür, yaşadıkları topluma yabancıdır; alafrangalık’ları, böylelikle bir kendini kandırma çabasından öteye gidemez. Sonuçta, başkalarıyla kurdukları ilişkilere de bulaşır bu yapaylık; romanların ana düşüncelerinden biri bu kişilerin kaçınılmaz bir biçimde gerçekle yüzyüze geldiklerinde yaşadıkları bunalımdır.(…)

ORTA SINIF OLMAYINCA
 
“Yazarlar, ekonomik ve askeri alanda İmparatorluğa karşı yabancı güçlerce girişilen yağmanın bilincinde olsalar da bu çöküntünün tohumlarını Osmanlı ailesinin çatısında aramış, nedeni, atalarının askerce yapısından yoksun gördükleri inatçı ve züppe gençlerdeki dinamizm yoksunluğuna bağlamışlardır. (…)

Ian Watt’ın da belirttiği gibi, İngiltere ve Fransa’da roman, orta sınıfların hizmetindedir, o doğrultuda gelişmiştir. Oysa Osmanlı Türkiye’sinde okuryazarlık, bir azınlığın ayrıcalığı olma durumundadır ve bu romanların yayımlandığı gazetelerin günlük tirajı da on, on iki bini aşmaz.”

(Robert P. Finn, Türk Romanı/İlk Dönem 1872-1900, Bilgi Yayınevi)

23 Temmuz 2010 Cuma

Enis Batur’un Tehditleri!..

Okur ve yazarlık hızına yetişilmesi neredeyse imkansız Enis Batur, 1990’da ilk baskısını yapan KEDİLER KRALLARA BAKABİLİR kitabında birkaç küçük tehdit göndermişti çevresine…

“Ben, Carl Sagan’ın ‘Kosmos’unu okumamış insanlarla sohbeti kısa kesiyorum. Çünkü onlar İskenderiye Kitaplığı'nın içeriğiyle günümüzün dev kurumsal kitaplıklarının içeriği arasındaki özlü farklılığı ve trajik yazgı ortaklığını bilmiyorlar, bu nedenle de içleri kararmıyor, daha doğrusu kararmasın istiyorlar, isteyebiliyorlar."

UMBERTO ECO’NUN KÜTÜPHANESİ
 
“Epey sonra, bir başka arkadaşım, Umberto Eco’nun küçümen risalesini gönderdi: ‘De Biblotecha’. (Nasıl çevirmeli bu başlığı? Şimdilik şöyle: ‘Kütüphanelere Dair’.) Bana öyle geliyor ki, yakında bu risaleyi okumamış olanlarla da sohbeti kısa tutacağım. Çünkü onlar, ‘Gülün Adı’ndaki kitaplığın iç çizimini bir kağıt üzerinde denememiş kişilerdir- gibi geliyor bana.”

Batur, bu listesini bugün ne ölçüde değiştirdi bilinmez ama daha sonraki yıllarda kendisi bir COSMOS olmasa da KÜTÜPHANE (2005) adlı bir deneme kitabı yayınladı. Ama Batur, EX LİBRİS’i 1986’da Gösteri dergisinde yayınladığını açıklamayı da ihmal etmemişti.

Eco’nun DE BİBLOTECHA adlı makalesi, 1991 yılında Adam Yayınları’ndan yayınlanan GÜNLÜK YAŞAMDAN SANATA adlı kitapta yeraldı.

“KÜTÜPHANEM DEV BİR KUM SAATİ”

Batur KÜTÜPHANE’sinde, Pascal Quignard’ın, “Bir okurum ben, yazarlığımı okuduklarım belirler” sözlerini aktardıktan sonra, kendisi için kitap okuma-yazma ilişkisini şu şekilde ifade eder:
“Tam böyle, tam o kadar olmasa da, benim yazdıklarımı da okumalarım biçimlendirmiştir: Okuduklarımdan hareket ederim –özellikle nesir yazarken böyledir bu. Kütüphanemin raflarında yan yana, üst üste dizilen onca kitabın içindeki harfler, imgeler irili ufaklı yazı yangınları için kıvılcımlar taşırlar. Kum saatiyle bozdum ya epeydir, kütüphanemin dev bir kum saati olduğu sanısı iyiden iyiye yer etti içimde:

Üst bölümden ağır ağır aşağıya akan işaretler bana doluyor, durmadan yeni kitaplarla beslenen üst bölüme baktıkça onlara vaktim kalmayacağını görüyor, anlıyor, biliyor olmam birşey değiştirmiyor: Bu tükenmez kumlu saat, Kum Kitabı gibi sonsuz tek bir kitap olabilir gerçekten de.”

(Enis Batur, Kediler Krallara Bakabilir/ Kütüphane)

Carl Sagan’ın KOSMOS’u


İSKENDERİYE KİTAPLIĞI’NA AĞIT
 
Prof Carl Sagan'ın, 1996 yılındaki ölümüne kadar astronomi konularında insanları aydınlatma amacının bir parçası olarak yazdığı önemli kitaplardan biri COSMOS'tur. Aynı zamanda bir tv dizisi olarak da çekilmiştir.

Bu kitap, dünyadaki yaşam ve uzayla ilişkilerinin ötesinde, insanoğlunun yıkıcılığının ve fanatizminin, gelişmesini nasıl engellediğini de anlatır.

SaganBüyük İskender tarafından, Mısır’da kendi adını taşıyan İskenderiye kentinde inşa ettirdiği büyük kitaplığa bir tür ağıt yakar  bu kitapla.

M.Ö. 3.yüzyılda, kuruluşundan, yok edildiği yedi yüzyıl sonrasına kadar, bu kitaplığın başta antik Yunan dönemi düşünürleri olmak üzere bütün bölge için önemli bir okul olduğunu, yarım milyon kitap bulunduğunun tahmin edildiğini ifade eder.

Sagan, bunun önemini vurgulamak için şu örneği verir:

1450 yıllarına doğru matbaanın icadından önce tüm Avrupa’daki kitap sayısı ancak on binlerle ifade edilebilirdi. Hepsi de elyazmasıydı. Çin’de M.Ö. 100 yıllarında kitap sayısı, 1450’lerde Avrupa’daki kitap sayısı kadardı.”

BAŞPİSKOPOSUN MÜRİTLERİ

Sagan, kitaplıkta çalışan son bilginin, matematikçi, astronom, fizikçi ve Yeni Platoncu felsefe okulu önderi olan Hypatia adındaki kadın olduğunu belirtir. 370 yılında İskenderiye’de doğmuş olan Hypatia döneminin İskenderiyesi uzun zamandır Romalıların egemenliği altındadır:

“Kölelik klasik uygarlığın canlılığını çürütmüştü. Hıristiyan Kilisesi yeni doğmuştu; gücünü kökleştirerek putperestliğin etkisini ve kültürünü silmeye çaba harcıyordu. İskenderiye Başpiskoposu Cyril, Hypatia’nın Romalı valisiyle olan yakın dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise tarafından putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. 415 yılında bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril’in müritleri tarafından yolda kıstırıldı. Atlı arabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller ellerindeki deniz kabuklarıyla Hypatia’nın etlerini kemiklerinden kazıdılar. Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Cyril’e ise azizlik payesi verildi. (…) Hypathia’nın öldürülmesinden sonra kitaplığın son kalıntıları yok edildi.”

GERİYE KALMAYANLAR

Sagan, İskenderiye Kitaplığı’nın yok edilmesinin, birçok keşfin iki bin yıllık gecikmeyle bulunabilmesine yolaçtığını belirtir.
 
Buna verdiği örnek ise son derece çarpıcıdır:

“Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu’da aydınlığa kavuşmuştur. Bu keşif M.Ö. üçüncü yüzyılda, o dönemin en büyük metropolü sayılan Mısır’ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyordu. (…) Aynı zamanda İskenderiye Kent Kitaplığı’nın da yöneticisiydi. (…) Eratostenes, yerküremizin çevre ölçüsünü yüzde bir, ikilik bir hata payıyla bulabilmişti. Bunu 2.200 yıl önce bulduğuna göre, yaptığı hata çok büyük sayılmaz. (…) Kristof Kolomb’un ilk yolculuğu kelimenin tam anlamıyla Eratostenes’in hesapları sayesinde gerçekleşmiştir. (…) M.Ö. 3.yüzyıldan itibaren altı yüzyıllık bir süre boyunca insanların İskenderiye’de başlattığı bu düşünsel serüven, bizi uzay kıyılarına götürmüştür.”

“GÜNEŞ SİSTEMİNİ BİLİYORLARDI”

İskenderiye Kitaplığı’nın yakılıp yıkılan yapıtlarının başlıklarının çok az bir bölümü bilinebiliyor. Sagan, Sofokles’in kitaplıktaki 123 yapıtından yalnızca yedisinin geriye kaldığını, Eskhylos’la Euripides’in yapıtları için de durumun aynı olduğunu ifade ediyor.

“Her biri elle yazılmış papüris tomarı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yarım milyon kitap bulunduğu sanılıyor. (…) Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. Bazılarının da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları. Günümüze kalan bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnini uyarıcı ne denli zengin bilgiler taşıyor, bir bilseniz! Örnegin, kitaplığın raflarından birinde bulunduğunu bildiğimiz Sisam’lı astronomi bilgini Aristarkus’un kitabında, yerküremizin gezegenlerden bir tanesi olduğuna ve onlar gibi Güneş’in etrafında döndüğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu. Bu ifadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden bulunması için iki bin yıl beklemek zorunda kalınmış oldu.”

DÜNYA TARİHİ DE YOKOLDU

Sagan, kitaplıkta yokolanlardan birinin de Tufan’a kadar geçen dönemin tarihi olduğunu belirtiyor:
“Biliyoruz ki, Berossuz adında Babil’li bir rahibin yazdığı üç ciltlik Dünya Tarihi kayıptır. Bu kitabın ilk cildinin dünyanın yaratılışından Tufan’a kadar uzanan dönemi içerdiği sanılıyor. Sözü geçen kitapta yazar, bu dönemi 432 bin yıl olarak belirttiğine göre, Tevrat kronolojisinin yüz katı bir zamanı kapsıyor demektir.”

MU VE ATLANTİS KALINTILARI MIYDI?

Belki de o dönemde bilinmesi imkansız görünen tüm bilgiler ve birçok kişinin daha çok savunduğu gibi Mu ve Atlantis'den geriye kalan insanların ürettiklerinin bir dökümüydü.

İskenderiye Kitaplığını yokedenlerin, Irak'ta, Suriye'de müzeleri yağmalayanlardan farklı olmadıkları da düşünülebilir. İçlerinden işlerine yarayacak herşeyi alıp, geriye kalan insanların bunlardan yoksun olmaları ve hep kendilerinin önde olmalarının sağlamak istemiş olabilirler mi?

Ama antik Yunan bilginlerinin yaptığı buluşların bugün bile şaşırtıcı olması ve hemen çoğunun Mısırdan etkilenmiş olmaları ve Mısır'ın tarih boyunca çok önemli bir kaynak olması, bu varsayımı düşünülebilir kılıyor.


(Carl Sagan, Kosmos, Altın Kitaplar ) 

Felsefe Fizikten Neden Uzaklaştı?

Çağımızın en önemli bilim adamlarından Stefan Hawking, antik çağda filozofların bugünün fiziğine temel teşkil edecek akıl yürütmelerini yapmış, soruları sormuş olmalarına karşılık, günümüzde felsefe ve fiziğin birbiriyle bağlantısının kalmamasının nedenini, fiziğin artık “uzmanları” dışında anlaşılamayacak hale gelmesine bağlar.

Hawking, bu bağın kurulmasını ise belirsiz bir geleceğe erteler, çünkü Hawking, ütopik teorisi, yani her şeyi açıklayabilecek bir teorinin gerçekten bulunabilmesinden sonra fiziğin herkes tarafından anlaşılabileceğini belirtir:

“EVRENİN BAŞLANGICI VAR MIDIR?”

Newton’un yaşadığı dönemde, eğitimli bir kimse, tüm insanlığın edinmiş olduğu bilgilerle ilgili, kabaca da olsa, bir fikir sahibi olabiliyordu. Ancak o dönemden bu yana bilimin gelişme hızı bunu imkansız kılmıştır. (…) Konunun uzmanı olsanız bile tüm bu bilimsel teorilerin yalnızca ufak bir bölümünü gerçekten anlayabilme imkanınız vardır.(…)

“Günümüze değin bilim adamları evrenin nasıl işlediğine dair yeni teoriler geliştirmekle öylesine meşgul olmuşlar ki neden sorusunu soramamışlar. Öte yandan işleri neden sorusunu sormak olanlar, yani filozoflar, bilimsel teorilerin gelişme hızlarına ayak uyduramamışlar. 18. Yüzyılda filozoflar, bilim de dahil olmak üzere insanlığın tüm bilgi dağarcığını kendi alanlarında sayardı. Evrenin başlangıcı var mıdır? gibi sorulara yanıt ararlardı.

FELSEFENİN GÖREVİ

“Ancak 19. ve 20. yüzyıllarda bilim, birkaç uzmanın dışında kimsenin anlamayacağı kadar teknik ve matematiksel bir hal aldı. Filozoflar sorgulamalarının alanlarını öylesine daralttılar ki bu yüzyılın en önemli filozoflarından Wittgenstein şöyle demektedir: ‘Felsefenin geriye kalan tek görevi, dilin analızidir.’ Aristo’dan Kant’a kadar süregelen büyük felsefe geleneği için ne büyük bir gerileme.
“Ancak eksiksiz bir teori keşfedebilirsek bu teori zaman içinde yalnızca birkaç bilim adımınca değil, herkes tarafından anlaşılabilir hale gelecektir. O zaman, hepimiz, evrenin neden varolduğuna dair bir tartışmaya katılabiliriz.”

(Stefan Hawking, Her Şeyin Teorisi, Şenocak Yayıncılık)

Herşeyin Bileşik Tek Bir Teorisi Olabilir mi?

Fizikçi olmayan biri, Stefan Hawking’in HER ŞEYİN TEORİSİ kitabını okuyunca, yukardaki soruyu düşünüyor büyük bir kuşkuyla, belki fizikçiler de...

Kitaptan, bunun henüz sadece hoş bir temenni aşamasında olduğunu anlıyoruz.

Tabii “bugün” derken, Hawking’in kitabını yayınlama tarihi olan 2005 yılından sözetmek daha doğru, bundan beş yıl sonra Türkiye’de yayınlandı.

Fizikçi olmayan faniler için bu kitap önemli bir ders veriyor aslında:

Şu anda bildiğinizi sandığınız fizik teorilerinin büyük bir bölümü, "teori" sözcüğünden de anlaşılabileceği gibi henüz doğrulanmamış varsayımlara dayanıyor.

Bunların bir bölümü zaten deneysel olarak doğrulanamaz ama matematiksel olarak doğrulanmamış olanların da ne kadar çok olduğunu bilmemiz gerekiyor.

EVREN GENİŞLİYOR MU?

Evrenin sürekli genişlemekte olduğu teorisini kabul ettiyseniz, hemen vazgeçin, çünkü Hawking, teorik fizikteki değişikliklerin olağan olduğunu göstermek adına şu örneği veriyor:
“O halde, günümüzdeki kanıtlara dayanarak evrenin muhtemelen sonsuza dek genişleyecek olduğunu söyleyebiliriz. Ama buna güvenmeyin. Emin olabileceğimiz tek şey, evren yeniden çökecek bile olsa bunun en azından on bin milyon yıl daha gerçekleşmeyeceğidir; çünkü en azından buna yakın bir süredir genişlemektedir.”

KARA DELİK

Fizikçi olmayanların inandığı birçok teori yarın tümüyle reddedilebilir ve aksi ispatlanabilir.
Nitekim, 2004 yılında geçen 30 yıl boyunca kabul edilen, “nesnelerin kara deliğin içinde kaybolduğu” teorisini, Hawking savunmaktan vazgeçerek, atom parçacık teorisine uygun şekilde maddenin hiçbir zaman yok olmayacağını ancak dönüşebileceğini açıkladı.
 
Hawking’in yeni teorisi, kara deliklerin yuttuklarını geri püskürttüğünü savunuyordu.

ALTERNATİF EVREN
 
Hawking aynı tarihte ayrıca 1980’lerden itibaren kabul edilen, “kara deliklerin içinden enerji ve maddenin birbirine girdiği ‘alternatif evren’lere geçiş olduğu teorisinin de yanlış olduğunu savunmuş ve “Kara deliğin içinden geçişli alternatif evrenler yok. Bilinmesi gerekenlerin tümü burada bizim de içinde bulunduğumuz evrende saklı” demişti.

KOZMOLOJİK SABİT VAR MI?

Einstein’in kuantum mekaniği teorisine karşı çıkarak bir “sabit” olması gerektiğini savunduğu ve “Tanrı zar atmaz” dediği bilinir.

Fizik dünyasını bunca yıl uğraştıran bu paradoksla ilgili olarak Prof Metin Arık’tan son öğrendiğimiz, böyle bir “sabit”in olabileceği yönünde.

Prof Arık, “Şu anki ölçümler gösteriyor ki bir kozmolojik sabit var” demişti.
Tabii yeni bir bulgu yoksa!..

Fizikle ilgilenmek sürekli kaymaya benziyor!..

(Stefan Hawking, Her Şeyin Teorisi, Şenocak Yayıncılık)

Umberco Eco’nun Barbarları

KONSTANTİNAPOLİS’İN YAĞMALANMASI
 
“O barbarlardan merhamet beklemek ne büyük delilikti, aylardır istediklerini yapmak için, dünyanın en büyük, en kalabalık, en zengin, en soylu kentini yakıp yıkıp ganimetlerini bölüşmek için düşmanın teslim olmasına ihtiyaçları yoktu onların.”

Haçlı seferleri sırasında Bizans/Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan Konstantinapolis’in yağmalanmasını anlatan BAUDOLİNO romanında Eco, o haçlılardan kitap boyunca “barbarlar” olarak sözeder.

Latin barbarlar” ifadesini de kullanan Eco, aslında kitapta İtalyan köylüsü Baudolino’nun hikayesini anlatır.

Baudolino, hangi dili duyarsa o dilde konuşabilme yeteneğine sahiptir, iyi bir yalancıdır ve imparatorun ilgisini çekmesinden sonra yaşadığı serüvenin sonunda Konstantinopolis’e gider ve haçlıların İstanbul’u işgaline ve yağmalamasına tanık olur.

AYASOFYA’DAKİ SARHOŞ HAÇLILAR

Baudolino’nun, Ayasofya’dan içeri girince gördükleri çarpıcı bir şekilde dile getirilir:
“O büyük alanın her yanı cesetlerle kaplıydı, cesetlerin arasında sarhoş düşman süvarileri dolaşıyordu. Daha ileride serseri güruhu vaiz kürsüsünün kenarları altın ve gümüşten parmaklığını topuz darbeleriyle parçalamaktaydı. Söküp bir dizi katıra çekmek için o güzelim kürsüyü iplere bağlamışlardı.(…) ‘Aman Tanrım, olamaz, bu nasıl şey, iğrenç herifler, pis domuzlar, İsa Efendimiz’in kutsal eşyalarına böyle mi davranılır?’ diyerek kılıcının yanıyla kendisi gibi haç işareti taşıyan tüm o kafirlere vurmaya başladı, onlardan farkı sarhoş değil, öfkeli olmasıydı. Sonra patrik koltuğunun üzerine serilmiş fahişenin yanına gidip eğildi, saçlarından yakalayıp ….”

ARAPLAR 

Eco, Ayasofya’nın haçlı seferi sırasında ne hale geldiğini anlatırken, bu konuda günümüze kadar gelen belgeleri iyi bir şekilde incelemenin rahatlığındadır.

Eco'nun, batılılardan duymaya alışkın olmadığımız şekilde, roman boyunca hem Araplar hem de Türkler hakkında olumlu ifadeler kullanması şaşırtıcıdır.

“Kudüs’ü yeniden fethettiklerinde Araplar bile böyle yapmamışlardı, Salaheddin Eyyubi az bir parayla yetinmiş, halkın kentten gitmesine izin vermişti! Tüm Hıristiyanlık alemi için ne büyük bir utanç bu, kardeş silahlı kardeşe karşı, Kutsal Kabir’i yeniden fethetmesi gerekenler, açgözlülüğe ve kıskançlığa kapıldılar ve Roma İmparatorluğu’nu yıkıyorlar!”

“TÜRKLER YAPMAZDI”

İlk haçlı seferleri, Müslüman Türklerin Anadolu’ya topluca göçedip, Selçuklu Devleti’ni kurmalarından sonra, Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un, Papa II. Urbanus’tan Türklerin ilerlemelerine karşı yardım istemesiyle 1097 yılında başlamış ve yaklaşık iki yüzyıl süren akınlarla devam etmiştir.

“Baudolino, bir süre sesini çıkarmadan durdu. Sonra dönüp Konstantinopolis denen kente baktı. ‘Yine de kendimi suçlu hissediyorum. Bunu yapanlar Venedikliler ve Flandre’den gelenler özellikle de Champagne’lı, Blois’lu, Troyes’lu, Orleans’lı ve Saissons’lu süvariler, hatta benim Monferrato’lu insanlarım. Bu kenti Türklerin yakıp yıkması yeğlerdim.’

‘Türkler asla böyle bir şey yapmazdı’ dedi Niketas. ‘Onlarla ilişkilerimiz çok iyi. Kendimizi asıl Hıristiyanlardan korumamız gerekiyormuş.’”

ECO’NUN UZATMALARI
 
Umberto Eco, estetik, göstergebilim alanında kuramsal çalışmaları olan bir akademisyen.
Eco’nun iyi bir yazar olmasının dışında, büyük birikiminden kaynaklanan bir başka özelliği, romanlarını bitirme konusunda her zaman çok isteksiz davranması.

Eco’nun, anlatmak istediği o kadar çok şey olabiliyor ki, roman doğal ömrünü tamamlasa da o bir şekilde uzatmanın yolunu buluyor. BAUDOLİNO’nun sona doğru bazı bölümleri için de bu durum geçerli.

(Umberto Eco, Baudolino, Doğan Kitap)

Umberto Eco’nun Tapınak Şövalyeleri

TAPINAKÇILARIN BABASI

Dan Brown’ın 2003 yılında yayınlanan DA VİNCİ ŞİFRESİ adlı popüler romanının ortalığı kasıp kavurmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri’ne büyük bir ilgi doğdu ve birden bire bu konuyla ilgili birçok çeviri kitap raflarında beliriverdi.

Oysa tapınakçılarla ilgili en önemli kaynaklardan biri 1992 yılında Türkçe olarak yayınlanmıştı. Şadan Karadeniz’in İtalyanca aslından çevirdiği Umberto Eco’nun FOUCAULT SARKACI adlı romanı, tapınakçıların bütün tarihini hatta bugüne yansımalarını kapsıyordu.

Umberto Eco demek, ayrıntılar, derinlemesine, hiçbir belge gözardı edilmeden araştırma, kütüphanelerin tozlu raflarında unutulmuş bilgilerin deşilmesi demek.

İKİ BİN CİLTLİK KAYNAK

FOUCAULT SARKACI’na bir “önsöz denemesi” yazan Giovanni Scognamillo, bu kitabın, “sekiz yıl süren bir çalışma, ayrıntılı araştırma ve iki bin ciltlik bir ‘uzman’ kitaplığın ürünü” olduğunu anlatır:
“Tam sayısını bilemeyeceğim ama romanın temelinde –ve o Eco’nun zihinsel cambazlıklarla kurduğu bağlantılarda- bilgisayara geçmiş ya da geçmemiş sayısız klasik sayılan metnin, bir o kadar çılgın sayıklamaların, gizli belgelerin, elyazmalarının, popüler sihir kitapçıklarının ve kutsal kaynakların yattığı bir gerçektir. (…) Eco’nun göstergebilimsel kuramına göre her şey her şeyle bağlantılıdır. (…) Tapınakçılar, Agarttha, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Merlin, Lancelot, Avalon, Gül-Haç ve Hermes Trismegistes, Kara Bakireler ve Arınmış Katarlar, Eliphas Levi …..”

Bunlara bakarak, Eco’nun, tapınakçılarla ilgili batıda yayınlanmış hemen hemen tüm külliyatı elden geçirdiğini söyleyebiliriz.

Eco, bu külliyattan gizemli, sürekli çözülmesi gereken bir bulmaca gibi işlenen roman çıkarmıştır. Eco romanını, “harfçilik ve sayıcılıkla gizli bilgileri bulmayı hedefleyen” Kabala’nın on bölümüne uygun şekilde kurgulamıştır.

TAPINAKÇILARIN TARİHİ HAÇLILARLA BAŞLAR
 
Tapınak Şövalyeleri, I. Haçlı Seferlerinde ortaya çıkmıştır. Eco, pagan kültür izlerini de taşıyan ortaya çıkış hikayelerini kitapta şu şekilde anlatır:

“Tarihi herkes bilir. Birinci Haçlı Seferleri. Godefroy, Kutsal Mezar’a tapınır, adağını yerine getirir; Baudouin Kudüs’ün ilk kralı olur. Kutsal Diyar’da bir Hıristiyan kral. Ama Kudüs’ü elinde tutmak başka şeydir, Filistin’in geri kalanını ele geçirmek başka şey. Müslümanlar yenilgiye uğratılmış ama ortadan kaldırılamamışlardır. O bölgelerde yaşam kolay değildir, ne yeni yerleşenler ne de hacılar için. Böylece 1118’de II. Baudouin’in saltanatı sırasında, Kudüs’e, Payns’lı Hugues diye birinin başkanlığında dokuz kişi gelir, İsa’nın Yoksul Şövalyeleri Tarikatı adında bir tarikatın çekirdiğini oluştururlar; bir manastır tarikatı, ama kılıç-kalkanlı. Üç temel and, yoksulluk, erdenlik, boyuneğme andı içerler; ayrıca hacıları koruyacaklarına da and içerler. Kral, piskopos, Kudüs’te yaşayan herkes yardım eder, onları barındırırlar, eski Süleyman Tapınağı’na yerleştirirler onları. Bundan böyle Tapınak Şövalyeleri diye bilinirler.”

KORKULAN GÜÇ YERALTINA İNER
 
Tapınakçılar böyle başlar ama tarih ilerledikçe yozlaşırlar; korkulan, Avrupa’da kralları bile ürküten ve yok edilmek istenilen bir güce dönüşürler. Fransız kralı 1309’da tapınakçıları tutuklatır, 1312’de papalık kararıyla tapınakçılık yasaklanır; bundan sonra ise hayatta kalanlarının yeraltına indikleri ve farklı adlarda varlıklarını devam ettirdikleri ileri sürülür.

BACON’DA TAPINAKÇI İZİ!

Eco, bu izlerden birinin İngiliz düşünür ve siyaset adamı Francis Bacon’da görüldüğünü ifade eder.
Eco’ya göre tapınakçılar, 17. Yüzyılda Paris’te Gül-Haç adıyla ortaya çıkmışlardır: “1627’de Francis Bacon, NEW ATLANTİS’i yazıyor. Okuyucular onun, adını hiç anmamakla birlikte, Gül-Haçlar’ın ülkesinden sözettiğini düşünüyorlar.”

Bacon, yokolmuş gizemli kıta/ada Atlantis ile ideal devleti anlattığı YENİ ATLANTİS’inde, Nuh Peygamberin oğullarının soyundan gelen Atlantislilerden geriye kalanların ne kadar iyi Hıristiyanlar olduklarını uzun uzun anlatır. Atlantis’in batışı yabancıların aralarına karışması ve bozulmalarıyla olmuştur…

Bacon, İbrani bir kralın “Sülayman Evi” ya da “Altı Günlük Yapıtlar Koleji” denilen bir topluluk oluşturduğunu ve iyi Hıristiyanlığın onların aracılığıyla yaşadığını anlatır.

MU KITASI
 
Eco, kaybolmuş kıtalara örnek verirken Mu kıtasıyla ilgili olanları atlamaz ve şu inanışa yer verir:
“Öyle görünüyor ki başlangıçta, Avustralya dolaylarında bir yerde Mu diye bir kıta varmış; oradan büyük göçmen akımları kollara ayrılıp dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlar. Bir kol Avalon’a, bir kol Kafkasya’ya, İndus’un kaynağına ulaşmış. Sonra Keltler, Mısır uygarlığının kurucuları, en sonunda da Atlantis’in kurucuları…”

KRİSTOF KOLOMB TAPINAKÇIYDI!

“Yalnızca Kristof Kolomb’la ilgili tuhaf bir metin: Kolomb’un imzasını inceliyor, piramitlere doğrudan doğruya bir gönderme buluyor onda. Kolomb’un amacı, Kudüs Tapınağı’nı yeniden kurmaktı; sürgündeki Tapınakçılar’ın büyük üstadıydı çünkü. Bilindiği gibi bir Portekiz Yahudisi, dolayısıyla da Kabala uzmanıydı…”

(Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yayınları) 

22 Temmuz 2010 Perşembe

Platon ve Bacon’ın Atlantis’i

ATLANTİS'İN KAYNAĞI MISIRLI RAHİPLER

Kaybolmuş gizemli kıta Atlantis, Sokrates’in ömrü boyunca yaptığı sohbetlerden birine gerçekten konu olmuş ya da Platon birçok kez yaptığı gibi kendi anlatmak istediklerini Sokrates diyalogu gibi yazmış olabilir.

Atlantis efsanesi de bunlardan biridir ve genelde Platon’un bu konuda akrabası Kritias ve Solon’dan kendisine nakledilenlerle, Mısırlı rahiplerden edindiği bilgileri aktardığı düşünülür.
Üçü için de temel kaynak Mısırlı rahiplerdir.

Ama her nasıl olursa olsun ortada antik Yunan’dan kalma hem de Platon’un elinden çıkmış bir metinde yokolmuş kıta/ada Atlantis’ten uzun uzun sözedilmektedir.

PLATON ATLANTİS’İ TAMAMLAYAMADI

Platon, üçlü olarak planlamış ama TİMAİOS’dan sonra ikinci kitap olan KRİTİAS’ı bile tamamlayamamıştır; KRİTİAS, “onlara dedi ki:….” sözleriyle sona erer.

Ama Platon’un anlatabildiği kadarı bile Atlantis efsanesinin en önemli kaynaklarından biridir.
Kritias da Platon gibi Sokrates’in öğrencisi olarak bilinir, günümüze eserlerinin sadece bir bölümü kalmış bir filozoftur.

KRİTİAS’a göre, Atlantis kıta/adası Avrupa ve Asya’dan daha büyüktür ve Cebelitarık’tan hemen sonra Atlas Okyanus’unda yeralmaktadır.

M.Ö. 9500 YIL ÖNCE ATLANTİS

Atlantis, M.Ö. 427-347 tarihleri arasında yaşamış Platon’dan dokuz bin yıl önce varolmuştur ve büyük tufanlar sonucu denizin derinliklerinde kaybolup gitmiş, daha sonraki depremler ve doğa olaylarıyla tümüyle yokulmuştur, KRİTİAS'ta anlatılanlara bakılırsa…

Platon’un, Sokrates’le sohbeti sırasında Kritias’a anlattırdığına göre, bu konudaki hikaye, rahipler tarafından Solon’a anlatılmış ve eski Mısır’da da çok iyi bilinmektedir.

Bütün bunlar, antik dönemin ağızdan ağıza dolaştıkça değişen efsanelerinden biri de olabilir ama Platon’dan bu yana gizemli hikaye binlerce insanın ilgisini çekmiş ve bu konuda binlerce kitap yazılmıştır.

BACON DA ATLANTİS’İ TAMAMLAYAMADI

Bu konuda yazılan en eski kitaplardan biri de İngiliz düşünür Francis Bacon’a aittir. 1561-1626 tarihleri arasında yaşayan Bacon, sağlığının bozulduğu hayatının son yıllarında YENİ ATLANTİS’i kaleme almış ama tamamlayamadan ölmüş, kitap ölümünden bir yıl sonra yayınlanmıştır.
Bacon’un YENİ ATLANTİS’i, Platon’un Atlantis’i ile ideal devlet anlayışının bir karmasıdır.
Bacon’un “Ben Salem halkı” olarak kurguladığı Atlantis’inde yaşayan insanlar Avrupa’dan daha gelişmiş bir uygarlığa sahiptir ve bu ideal devlet yozlaşıp yokolmadan önce rüşvetin bile olmadığı bir uygarlıktır.

Bacon’un hayatı boyunca iki kez rüşvetten ve görevini kötüye kullanmaktan yargılandığı ve ikincisinde ömür boyu Londra Kalesi’nde hapse mahkum edildiği ve kral tarafından bağışlanarak özgürlüğüne kavuştuğu dikkate alınırsa, YENİ ATLANTİS’te rüşvetin olmadığının özellikle vurgulanması ilginç bir ironi oluşturur.

(Platon, Kritias, Sosyal Yayınlar)

(Francis Bacon, Yeni Atlantis, Cumhuriyet Yayınları)

11 Temmuz 2010 Pazar

Maalouf Neden Halifelik İstedi?

Türkiye’de bazı köşe yazarları tarafından Atatürk’e övgü olduğu gerekçesiyle reklamı yapıldıktan sonra çok satanlar arasına giren Amin Maalouf’un ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA adlı kitabı, aslında tam tersi bir görüşü ümitsizce telkin etmeye çalışıyor.


Gerçekleri çarpıtarak kitaba yanlış övgüler yapan köşe yazarları bunu kasıtlı mı yaptılar bilinmez…

MAALOUF’UN HAYALİ

Ama bu kitap Maalouf’un, ÖLÜMCÜL KİMLİKLER’den (1998) on yıl sonra görüşlerinde büyük bir değişiklik olduğunu gösteriyor.

Arap coğrafyasıyla birlikte Türkiye’yi ve tarihini çok iyi bilen Maalouf, İslam dünyasındaki radikalizme ve terörizme çözüm olarak, Hıristiyanlık’taki papalığın karşılığı olan halifeliği öneriyor. İslam dünyasındaki tartışmalar ve kafa karışıklıklarına  bir halifenin fetvasının son vereceğini düşünmek gibi bir hayal kuruyor.

Neden acaba?

ARACIYA GÜVENSİZLİK 

Üstelik, “İslamiyette ise, bunların hiçbiri yok: Kilise yok, din adamı sınıfı yok, aforoz yok. İslamiyet, başlangıçtan beri, ermiş ya da şeyh olsun her türlü aracıya karşı büyük bir güvensizlik sergilemişti; insanın yaratıcısıyla baş başa olduğu, sadece O’na seslendiği, sadece kendi içinde O’nun tarafından yargılandığı düşünülüyordu” yorumunu yapmış olmasına rağmen…

Maalouf, büyük bir saflıkla, “İslamiyette merkezi bir kuruma, din adamlarına karşı sergilenen karşıtçılığın da, Kilise’ye benzer güçlü bir kurumun ortaya çıkmasını engelleyerek, Müslüman toplumlarında dinle ilgili konuların zincirinden boşanmasına yolaçacağı kesinkes tahmin edilemezdi.” diyebiliyor.

Maalouf bununla da yetinmeyerek şu yorumu yapıyor:

“(Papalık) Dinde doğruluğun yetkili bekçisi olarak, Katolik toplumlarının entelektüel istikrarının ve hatta kısaca toplumların istikrarının korunmasına katkıda bulundu. İslam alemindeyse, ne zaman din adına bir anlaşmazlık baş gösterse, böylesi bir kurumun eksikliği hissedildi.”

SUÇ HALİFELİĞİ KALDIRANLARDA

Maalouf, İslam dünyasındaki sorunların nedeni olarak, 1924 yılında halifeliğin TBMM tarafından kaldırılmasını gösteriyor.

Sanki radikal İslamcı gruplar halifeyi dinleyecekler, uslu öğrenciler gibi halifenin fetvalarının dışına çıkmayacaklar!!!

Suç, bu radikal grupları perde arkasından besleyip büyütüp, sonra da onlarla mücadele eder gibi görünen Batılı güçlerde değil de, halifeliği kaldıran Atatürk’te!!!

Eğer Türkiye, yeniden halifeliği canlandırır ve bir halife belirlerse, İslam dünyasının liderliğini üstlenir ve yaramazlık yapanları cezalandırır; böylece İslam dünyasının bütün sorunları çözülür!!!

PAPALIĞA BENZER KURUM

Bu konuları araştırmış ve en iyi şekilde görebilecek durumdaki  Maalouf’un kendi çelişkilerinin farkına varamaması şaşırtıcı.

Maalouf gibi bir entelektüelin şu cümleleri yazmış olması ise daha da şaşırtıcı:

“Benim gözümde, İslam alemini etkileyen başıboşluk, insanların kargaşaya sürüklenmesini isteyen ‘ilahi bir emir’den çok, siyasetle din arasına sınır çekebilecek, ‘papalığa benzer’ bir kurumun yokluğundan kaynaklanıyor.”

(Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, YKY Yayınları)

Maalouf ve Avrupa’nın Müslümanlara Bakışı

Amin Maalouf, yazdığı romanların dışında Araplar, Türkler/Osmanlılar, Müslümanlar, Ortadoğu konularında da kafa yoran Lübnan doğumlu Hıristiyan bir Fransız. 1949 doğumlu Maalouf, 1976’dan itibaren Paris’te yaşıyor.

Maalouf, birçok Arap entelektüelin tersine Osmanlı’ya karşı birikmiş bir öfkenin temsilcisi değil.
“Doğduğum ülkeye, Lübnan’a gelince, gerek 1918’den 1943’e dek süren Fransız mandasının, gerek Osmanlı varlığının 1864’ten 1914’e dek süren son evresinin, bağımsızlıktan sonra gelen çeşitli
rejimlerden daha zararsız olduğuna inanıyorum.” diyecek kadar da kadirşinas.

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER 

Maalouf, ÖLÜMCÜL KİMLİKLER kitabında, Avrupa’nın Hıristiyanlık dışındaki dinlere yaklaşımını çok ilginç örneklerle anlatır:

“Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yokoldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.

İSTANBUL 

“İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfusu içinde başlıca Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Yahudiler’den oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra’da, Viyana’da ya da Berlin’de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bile kentlerinde müezzinin ezan okuduğunu işiten pek çok Avrupalı rahatsız olur.”

(Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, YKY Yayınları)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Edward Said’in Filistin’i

SONSUZA DEK SÜRGÜN

“Doğduğum, yaşadığım ve kendimi evimde hissettiğim bir şehrin hele de bu bölgelerinin, Kudüs’ü ele geçiren, Filistinlilere hiç yaşam hakkı tanımaksızın (Filistinliler, şehrin hiç aşina olmadığım doğusuna hapsedilmişti görünüşe bakılırsa) onu kendi hükümranlıklarının emsalsiz bir simgesine dönüştüren Polonyalı, Alman ve Amerikalı göçmenlerin eline kalmış olduğu gerçeğini kabullenmek bana halen zor geliyor. Eski sakinleri 1948 ortalarında sonsuza dek sürgün edilmiş bulunan Batı Kudüs bugün tamamen Yahudileşti."

"SİYASET MAHVINA SEBEP OLACAK"

“Annemle babamın, kuşaklar boyu yaşamlarımızı kıskacına alan; tanıdığımız, bildiğim hemen herkesi etkilemiş olan; dünyamızı böylesine altüst eden Filistin meselesini, az buz değil yitirilen koskoca bir yurdun acısını bu denli içlerine atmalarının, tartışmaktan, hatta üzerinde konuşmaktan dahi kaçınmalarının izahını bir türlü bulamıyorum. (…)

“Siyaset bizi değil, hep başkalarını ilgilendiriyordu sanki. Yirmi yıl sonra siyasetle ilgilenmeye başladığımda annem de babam da buna kesin bir dille karşı çıkmışlardı. ‘Mahvına sebep olacak bu’, diyordu annem. Babamsa, ‘Sen edebiyat profesörüsün, kendi işine bak’ diyordu. Ölümünden birkaç saat önce babamın bana söylediği son sözler şunlar oldu:’Siyonistlerin sana yapacaklarından korkuyorum. Kendine mukayyet ol.’ "

AMERİKAN PASAPORTU

“(…) birer muska misali taşıdığımız Amerikan pasaportlarımız bizleri Filistin üzerinden oynanan siyasi oyunlardan sakınıyordu. Gelin görün ki annemin Amerikan pasaportu yoktu. Filistin’in düşmesinin ardından babam anneme, artık nasıl olursa olsun bir Amerikan belgesi almak uğruna yaşamının sonuna dek çabaladıysa da başarılı olamadı. Dulluğunda aynı çabayı sürdüren annem de babamınkinden farklı bir sonuç almadı. Çok geçmeden özel bir geçiş kartıyla değiştirilen Filistin pasaportuyla kalakalan annem neredeyse gülünç bir utanç vesilesi gibi yolculuk ederdi bizle.”

(Edward W. Said, Yersiz Yurtsuz, İletişim Yayınları)

Arap Entelektüelin Gözünden Türkler

Arapların Türkler hakkında ne düşündüklerine ilişkin riyavet çoktur.
Ama bunlara hiç girmeden dünya çapında önemli bir Arap entelektüelin Türklere bakış açısını irdelersek, Arap zihniyetinin derinlerinde neler yattığını biraz olsun anlayabiliriz.

EDWARD SAİD

Türkiye’de en çok bilinen kitapları ORYANTALİZM(1978) ve ENTELEKTÜEL(1994).

1935’te doğan Filistinli bir Hıristiyandır (Protestan) .

1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra önce Mısır sonra Amerika’ya göç etmiş, Filistin haklarının savunucusu önemli bir akademisyen (2003).

Arap bir entelektüelin gözünden Türkler/Osmanlıların nasıl göründüğünü en iyi, Said’in ORYANTALİZM ile vatanı elinden alınmış bir Filistinlinin yaşamını anlattığı otobiyografik YERSİZ YURTSUZ(1999) kitaplarında bulabiliriz.

SAİD ARAP MİLLİYETÇİSİ Mİ? 

Said kadar güçlü bir entelektüelin her iki kitaptaki tavrı şaşırtıcıdır.

Said, bütün birikimine karşılık ikisinde de, koyu bir Arap milliyetçisi gibi davranır.
Doğduğunda Kudüs İngiliz yönetimindedir.

Filistin’den sonra Mısır’a karşı özel bir bağlılığı vardır.

Bir Arap için bunlar çok doğaldır.

Şaşırtıcı olan, Said’in her iki kitapta da Türkler/Osmanlılardan olumlu ya da olumsuz sözetmemek için özel bir çaba harcamasıdır.

Yaşadığı bölgenin tarihinde başat rol oynamış Osmanlılardan biriki zorunluluk dışında neredeyse hiç sözetmez; sanki hiç böyle bir imparatorluk olmamış, bu toprakları yönetmemiş, Filistin’de Mısır’da Araplar kendi kendilerini yönetmişlerdir.

Said, Osmanlı döneminin hatalarını eleştirip, yerden yere de vursa daha makul olabilirdi.
Ama böyle bir şey de yapmaz, sadece yok sayar!

OSMANLI’NIN KENDİ VAR ADI YOK 

Öyle gariptir ki, ORYANTALİZM’in 126.sayfasındaki şu ifadeler, Osmanlıların adını geçirmemek için Said’in ne kadar zorlandığını kanıtlamaktadır:

“Hiç şüphe yok ki, İslam birçok bakımlardan gerçekten meydan okuyordu. Hıristiyanlığa, coğrafi ve kültürel olarak onu rahatsız edecek derecede yakındı. Yahudi ve Yunan kaynaklarından izler vardı. Hırisyanlıktan alıntılar vardı, eşsiz askeri ve siyasi başarılar elde edilmişti. Hepsi bununla bitmiyordu. İslam ülkeleri Kitab-ı Mukaddes’de zikri geçen ülkelere bitişiktir, hatta onların tam tepesindedir. Daha, İslam hükümranlığının tam kalbi durumundaki (yakın Şark veya Yakındoğu dediğimiz) bölge, her zaman Avrupa’ya en yakın bölge olmuştur. (...) 7.yüzyılın sonundan, 1571’deki İnebahtı Savaşı’na kadar, Arap yahut Osmanlı yahut Kuzey Afrikalı veya İspanyol vechesi altında İslam, Hıristiyan Avrupa’ya hükmetti ya da onu etkili biçimde tehdit altında tuttu.”

Said yukardaki cümlelerinde sadece bir kere Osmanlı’nın adını telaffuz etmiştir. İnebahtı Savaşı'ndan sözederken bile "Osmanlı" dememeyi başarır. Osmanlı ya da Türkler dememek için "İslam hükümranlığı", "Müslümanlar", "Şark/Yakındoğu" gibi ifadeler kullanır.

Bu alıntı sadece bir örnektir, kitap boyunca Said’in bu tavrı belirgin bir şekilde sürer.

BABASI OSMANLI'DAN KAÇTI

Said, Türkler/Osmanlılara karşı olumsuz tavrının bireysel olmadığını, dede/baba silsilesinden kendisine geçtiğinin örneklerini YERSİZ YURTSUZ’da verir:

“Babama sorarsanız, 1920 yılında Amerika’dan geri dönmeye –babam Filistin’i 1911’de terketmişti- onu ikna eden de oğlunu yanında isteyen babaannem olmuştu. (…) Osmanlı ordusuna katılmak zorunda kalmaması için kendisine Filistin’i terketmesini telkin eden babası olmuş anladığım kadarıyla. 1911 civarlarında Bulgaristan’da bir savaş çıktığını, Osmanlıların bölgeye göndermek üzere birlikler toparladığını okumuştum bir yerlerde. Babamın, Bulgaristan’daki Osmanlı ordusunun Filistinli kurşun askeri olmak yollu bir yazgının dehşetinden nasıl kaçtığını gözümde canlandırabiliyordum."

TÜRKLERE KARŞI SAVAŞMAK İSTEDİ

“Amerika’ya yerleştiğinde (babası) Cleveland merkezli bir boya şirketi olan Arco’da satış görevlisi olarak çalışmaya başlamış; bir yandan da Western Reserve Üniversitesi’nde öğrenim görüyormuş. Kanadalıların ‘TÜRKLERLE SAVAŞMAK İÇİN’ Filistin’e asker göndereceğini duyar duymaz sınırı geçmiş ve orduya yazılmış. Ancak bu duyumun aslı astarı olmadığını anlar anlamaz ordudan ayrılmış.”

TARİHİ BİRİKİM HEMEN SİLİNMİYOR
 
Said ve ailesinin tarihi, gerçekte bölgede yaşayan Arap halklarının asırlarca süren Osmanlı yönetimine karşı  biriken öfkelerinin yansımalarıyla dolu.

Bütün bunlar Edward Said gibi bir devi eleştirme/küçümseme amacıyla yazılmadı.
Sadece bir gerçeğin tespiti içindi...


Sözümüz hayal aleminde yaşayanlara…

Toplumların hayatında derinlere işlemiş olan izler öyle birkaç günde silinemiyor!
Görmek isteyenler için örnekleri ortada...

Biline…

(Edward Said, Oryantalizm/ Entelektüel/ Yersiz Yurtsuz)

4 Temmuz 2010 Pazar

İstanbul Yine mi Çürüdü?

“(İstanbul halkı devletlerine, nimetlerine mağrur oldular. Hak yolundan ayrıldılar, nefs havasına düştüler. Birbirini aldatır, biri öbürünün elindekini almaya çalışır. Namusa iftira atarlar, leke sürürler.)
 
Bu satırlar ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Yaklaşık 350 yıl önce. Mehmed Halife, yüreği sızlayarak İstanbul’un hoyrat, değerbilmez çürümesini anlatıyor.
Ve şöyle devam ediyor:

(Bütün esnaf hilekar. Ulema ilmin faziletini unutmuş, avam ise zina ve livataya düşmüş. İstanbul’un üzerinde bir bela dolaşıyor. İstanbul böyle devam edemez; ya merhametsiz kılıç sahibi kesecek ya bir 
salgın gelip kıracak ya da bir ateş düşüp yakacak; bolluk içinde aklını ve ahlakını kaybeden
insanları kül üstünde çırılçıplak bırakıp yaptıklarına pişman kılacak.)

BİNLERCE KÖÇEKLİ KUMPANYALAR
 
Mehmed Halife’nin çürümeden yakındığı dönemi hatırlayalım: 17. Yüzyıl! Dördüncü Murat’ın ölümüyle boşalan tahta, kafes arkasında cellat beklemekten sinirleri iyice zayıflamış olan kardeşi İbrahim çıkıyor; onun öldürülmesiyle de taht 7 yaşındaki oğluna, çocuk padişaha kalıyor. İmparatorluk gerileme sürecine girmiş bile. Halk perişan. Ama İstanbul, Mehmed Halife’yi ‘Böyle devam edemez!’ diye isyan ettiren bir suç, zevk ve cinnet merkezi. Binlerce köçeğe sahip kumpanyalar kurulmuş; İstanbul’u eğlendiriyorlar. Kız gibi oynayan, gerdan kıran, kalça titreten, kaküllü oğlanlara köçek deniyor. (…)

HAYALETLER DÖNÜYOR

“Cumhuriyetin ilk kuşakları İstanbul’u, devrimin etkisiyle sinmiş ve nispeten temiz bir şehir olarak hatırlarlar. Göz kulak kesilmiş Ankara’daki yeni yönetimi izleyen, geçkin, tecrübeli ve fırsat kollayan bir kadındır sanki o. Ama bir süre sonra İstanbul’un hayaletleri teker teker geri dönmeye başlar. (…) Ve sonunda Türkiye’yi etkisi altına alan İstanbul, 3.5 yüzyıl önce Mehmed Halife’nin yüreğini burkan hayatına kavuşur. (…) Konstantinapolis, Asitane, Dersaadet, İstanbul güzeldir; alımlıdır, şuhtur ama kirli ve tehlikelidir aynı zamanda. Tarih tekrarlanmaktadır. Mehmed Halife’nin yazdıkları 3.5 yüzyıl sonra karşımıza çıkmaktadır.”

(Zülfü Livaneli, Sanat Uzun,Hayat Kısa, Remzi Kitabevi)