Translate

28 Şubat 2011 Pazartesi

Polisiye Romanı Küçümseyenlere…

Polisiye romanlar sadece hoş vakit geçirmek için mi okunur, yoksa başka bir anlamları var mıdır?

Çok ses getirmese de, “kuru”luktan kurtulmuş, sosyal, kültürel boyutlarıyla tarihi incelemenin nasıl yapılacağının önemli örneklerini vermiş olan Tevfik Çavdar, edebiyat tarihinin mihenk noktalarını anlattığı kitabında, polisiye romana nasıl bakabileceğimiz konusunda bize yol gösterir:

“Polisiye roman, kapitalist üretim ilişkilerinin, sanayi devriminin yükseldiği dönemin ürünüdür. Başlarda bireysel entrikalar çevresinde oluşan gizleri ve cinayetleri yansıtan öyküler, zamanla (kapitalizmin gelişmesiyle) günümüzdeki aşamaya ulaşmıştır. Birçokları polisiye romanı küçümser.

"Hatta bazı ana-babalar yetişme çağındaki çocuklarının bu tür öyküleri, kitapları okumalarını bile yasaklar. Yanlış tutumdur bunlar. İyi polisiye roman toplumun yapısını, ekonomik ilişkileri ve hatta iktidar olgusunu sorgular, yansıtır.

“SEFİLLER”, “ÜÇ SİLAHŞÖRLER”, “MONTE KRİSTO”

“Bunun en güzel örneği Viktor Hugo’nun “Sefiller” yapıtıdır. Beş ciltlik bu dev yapıt Jan Valjan’ın bir kiliseden gümüş şamdan çalmasıyla başlar. Sanayi Devrimi ve Napolyon Fransası’nın hızla gelişen olayları, toplumsal tepkileri bu romanda bir polisiye ilişkiler yumağı içinde görüyoruz. Aleksandr Dumas’nın “Üç Silahşörler”i gene bir başka örnektir. Bu örnekleri “Monte Kristo” vb. gibi kitaplarla çoğaltabiliriz.

ABDÜLHAMİD’İN POLİSİYE SEVGİSİ

“Türkiye bu kitaplarla Abdülhamid döneminde tanıştı. Müstebitliği (baskıcı yönetimi) ile tanınan bu padişah birçok klasik kitap ve romanın dilimize kazandırılmasına da tanık olmuştur. Kendisinin de polisiye ve macera romanlarına düşkünlüğü bilinmektedir. Ahmet Midhad bu türü birkaç kitabında denemiş, fakat başarılı olamamıştır.”

(Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı, Tevfik Çavdar, Yazılama Yayınevi)

Kemal Tahir ve Mayk Hammer

Kemal Tahir’in, geçimini sağlamak için takma adlarla kitaplar yazdığı bilinir ama polisiye yazdığı ve bunda başarılı olduğu pek bilinmez.

Sosyal tarihçi Tevfik Çavdar, Kemal Tahir’i bu yönünü şu sözlerle anlatır:

“(1950’ler) İlk önce ABD’li özel dedektif Mayk Hammer’le tanıştık. Kitapları çok tutuldu, yayıncı Çağlayan yayınevi Kemal Tahir’den yeni Mayk Hammer öyküleri yazmasını istedi. Büyük usta bu işi öylesine başarıyla yaptı ki, bugün orijinal Mayk Hammer öyküleri ile Kemal Tahir’in yazdıklarını kolayca ayırt etmek mümkün değildir.”

(Türkiye’nin Yüzyılına Roman Tanıklığı, Tevfik Çavdar, Yazılama Yayınevi)

21 Şubat 2011 Pazartesi

Tanpınar’dan Şiir Dersleri II

Şiir nedir? 
 
Her kafiyeli cümle dizisi şiir midir? 

Gerçek şiir hangisidir?

Hangi şiirler yaşar, hangileri popülerlik fırtınasından sonra uçar, kaybolur?


Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) , bütün bu sorulara kafa yormuş ve bulduğu cevapları yazılarına yansıtmıştır.

Tanpınar’ın, altının ayarını bir bakışta anlayan kuyumcudan farkı yoktur.

TANPINAR’IN ŞİİR TERAZİSİ

İşte Tanpınar’ın şiir terazisinden bazı notlar:

“Bir şairin büyüklüğünü anlamak için yaptığı şeyler kadar bozduğu şeyleri de hesaplamak lazımdır. Hakiki sanatkar bozarak yapar. Kendinden evvel mevcut olan his ve hayal tarzlarını aynen kullanan sanat eseri ölü bir eserdir. Onun için her şair kullanacağı kelimeleri evvela lugata bakir olarak iade eder. Bununla beraber her eserde az çok ölü bir taraf vardır ve hazin olanı en iyi eserler bile çok defa ölü taraflarıyla kendilerini sevdirirler.”

TÜRK ŞİİRİNDE İKİ FARKLI DAMAR

Tanpınar, Tanzimat’tan itibaren Türk şiirinde ortaya çıkan ve günümüze kadar devam eden iki farklı akımı tespit eder ve onları, biraz da ikincisine karşı olduğunu, abartılı yorumuyla gösterir:

“İki sanat zihniyeti ta Tanzimat’tan beri memleketimizde karşı karşıyadır. Bunlardan birincisi asırlardan beri gelen bir zevk terbiyesinin mahsulüdür; bu zihniyet ister ki sanat sadece güzel’lik peşinde koşsun ve güzel denilen şey de – bittabi şiir için dilin imkanları içinde aransın—mükemmele yaklaşan bir form içinde ve o form yoğrulurken elde edilsin. (…)

BAŞLANGIÇ NAMIK KEMAL’LE

“İkinci zihniyet şiirin hayat ve cemiyetle çok sıkı bir münasebeti olmasını, onun gündelik manzumelerini, ihtiyaçlarını, içinde gizli temayülleri ve atılmağa hazırlandığı büyük hedefleri hazırlamasını ister.

Namık Kemal, son devirlerinde Fikret, Akif, Mehmet Emin, günümüzde Nazım bu ikinci telakkinin idare ettiği şair olmuştur. İstidat (yetenek), şahsi sanat telakkisi, muvaffakiyet itibariyle birbirinden çok farklı olan ve tahakkuk ettirebildikleri eserlerin keyfiyeti itibariyle birbirine hiç benzemeyen bütün bu şairler bir tek noktada birleşirler: Günün ve hayatın emirlerini sanatın üstünde tutmak.” (1939)

ŞİİRİN SINIRLARI

Şiirin hiçbir zaman gerçek anlamıyla çevrilemeyeceğini savunan Tanpınar, şiirin bu kapalı yapısının dil açısından önemine sık sık vurgu yapar:

“Belki bir bakıma tek milli sanat şiirdir. Öbürlerinin hepsinde, milli karakterin hakiki şahsiyeti yaptığı muhakkak olmakla beraber, milletlerarası bir taraf vardır. O kadar ki, onların milletlerarası pazarı, mücadele yeri bile vardır. (…)

“Buna mukabil yaşadığı memleketin dışında şöhretini yapan tek şair yoktur. Hiçbir millet, büyük bir şairini başka bir milletin yardımıyla tanımamıştır. Şiirde, şöhret yerinde teşekkül eder.

MİLLETİN TACI

“Şiir bir iç kale sanatıdır. Çünkü dil, vasıta olarak değil, malzeme ve nesiç olarak kullanıldığı zaman milletin iç kalesidir. Böyle alınınca, bir milletin insanının, tarihinin, kültürünün ta kendisidir, köpüğüdür, çiçeğidir, tacıdır. Onunla yapılan sanat, bir iç kale sanatı olur. Zaferlerini yavaş yavaş oradan yapar. Şairin Roma’sı kartallarını zamanla surlarının dışına çıkarır.”

TERCÜMESİ İLE SEVİLEN ŞAİR VAR MI?

“Şiir yazıldığı dilin içindedir. Tercümesi ile sevilen şair hemen hemen yoktur. Yahut şiiri için değil, düşüncesi için sevilir. Meğer ki çok büyük bir itidadın, bir nevi dehanın eline geçsin. Hayyam’ın İngilizcede Fitzgerald’ı, Türkçede Yahya Kemal’i bulması gibi mesut bir tesadüf olsun. Fakat bu cins tercümelere de tercüme demek pek kabul olmaz. Verlaine ve Mallarme’nin Almancaya Stephan George tarafından, Valery’in gene aynı dile Rilke tarafından yapılan tercümeleri cinsinden eserler, Rönesans devrinde şahsi eser addedilirdi. Böyle az çok eşit dehaların birbirini bulması bir tarafa bırakılırsa, bir şiirin kendi şekli dışına nakli imkansızdır. Meğer ki şiir gittikten sonra elde kalanı, yani his küllerini, hayal işlerini ve düşünce benzerlerini, kısacası Valery’nin tabiriyle bayram ve şehrayin artıklarını sevelim.

MELAMİ DERVİŞİ

“Şiir, hikayedeki Melami dervişine benzer. Ateşe atılınca derviş sır olur, yalnız tacı ile hırkası kalır.”

“Bazı şairler yaşadıkları devirlerde kendi dillerinin hudutlarını aşmışsa, bunun kerameti yazdıkları dilin tanınmasındadır. Mesela asrımızda Rilke, Valery, T.S. Eliot için olduğu gibi. İyi yetişmiş her Avrupalı Fransızca, İngilizce ve Almancadan hiç olmazsa ikisini bildiği için bu şöhretlerin tesisi kabul olabilmiştir. Valery’nin İngilizce yazılmış bir kitabı vardı, Rilke Fransızca –çok hususi şive ve edası olan—şiirler yazardı. Eliot, kendisi her iki dili bilir. Her üçünün vatandaşları ise, tabii aydın ve onun üstündeki seçkin tabaka, bu dillerin bütün güzelliklerine sahiptirler. Onun içindir ki, bu şairlerin eserleri her tarafta bütün lezzetlerine varılarak okunuyordu.

“Gerçeği şu ki, entelektüel Avrupa daha XVI ncı, hatta XV inci asırlardan beri bir tek aile gibi yaşamağa alıştığı için, şiirde kolayca dünya ölçüsünde şöhret kurulabiliyor. Geçen asrın başında Byron, Goethe ve Hugo’nun şöhretlerinin sebebi budur.”

SHAKESPEARE

“O halde şöhret bazen bizi aldatır. Dünya ölçüsü bazen geçici bir sıtma oluyor. Fırtına geçince şöhretler cetveli yeni baştan kuruluyor, demektir.”

“Bugünün, Shakespeare’in unutulduğu devirlerden farkı, tenkitin daha uyanık olmağa çalışması, değişmez yahut zaruri değerler üzerinde duran insanların çok olmamasındandır.

“Bazen da şaşırmaz. Byron, Goethe, da Vinci’de, Michel Ange’da olduğu gibi.

“Bazen de öyle yanılır ki, gelmiş geçmiş bütün şairlerin en büyüğü olan Shakespeare’de olduğu gibi iki asır farkına varmaz.”

(Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları)
(Mücevherlerin Sırrı, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKY Yayınları)

Cemal Süreya'dan Ahmet Arif Yorumu

1944-55 arasında dergilerde yayınlanmış olmasına rağmen, kitabının ilk baskısını 1968 yılında yapan ve yaşamı boyunca başka kitap yayınlamayan Ahmet Arif’e (1927-1991), Cemal Süreya’nın(1931-1990) gözüyle bakınca, hiç farkına varmadığımız ayrıntıları görürüz:

AĞIT GİBİ

Ahmet Arif’in şiiri bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet’in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nazım Hikmet, şehirlerin şairidir. (…) Uygardır. Ahmet Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları ‘asi’ dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. ‘Daha deniz görmemiş’ çocuklara adanmıştır.”

“ŞAİRİN YÜZÜ İLE ŞİİRİ BENZER”

1959-62 yılları arasında Ahmet Arif’i tanıyan Cemal Süreya, ilginç bir teori dile getirir:
“Her şairin konuşma tarzıyla (hatta yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmet Arif’te rastlıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise şiirin her yöne doğru devamı gibi.”

ŞİİR VE DÜŞÜNCE

“Hiçbir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar kurar. Ama düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyük belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmet Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak.

“BUGÜNKÜ ŞİİRİ HAZIRLADI”

“Özellikli imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. (…) Yaşsız bir şiirdir Ahmet Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların ‘aktüalitesi’yle doludur. (…) Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.” (1969)

(Hasretinden Prangalar Eskittim, Ahmet Arif, Everest Yayınları)

19 Şubat 2011 Cumartesi

Tanpınar’dan Şiir Dersleri I

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), iyi bir gözlemci ve edebiyat yorumcusu olarak, Abdülhak Hamid Tarhan’ın (1852-1937)şiirlerini tahlil ederken, bizlere "şiir dersleri" verir.

Tanpınar, Hamid'in şairliğindeki en büyük eksikliği, dönemindeki insanların zorluklarını yaşamadan, doğuştan birçok imkana sahip olmasına bağlar.

“…hayatının bütün istasyonları bir talih istiaresine benzeyen kelimeler oldu: Yalı, rütbe, mansıp (üst makamlarda memuriyet), sefirlik, ayan azalığı vesaire.. Acemceyi öğrenmesi lazım geldiği zaman, babası İran’a sefir olur, Fransızcayı Paris’te, İngilizceyi Londra’da ilerletir. Sanatı da aşağı yukarı aynı talihi takip eder.”

ELEŞTİRİLERİ ÖLÜMÜNDEN SONRAYA SAKLAR

Tanpınar, Hamid ile ilgili yazılarını onun ölümünden sonra yayınlar. Dönemindeki birçok yazar ve şairin sıkıntısını da o paylaşır. Hamid’in çevresinde o kadar büyük bir hayranlık halesi ve dokunulmazlığı oluşturulmuştur ki, kimse eleştirilerini açıklamayı göze alamamaktadır.

Tanpınar, Hamid ile ilgili yazılarını 1937, 1938 ve 1949 yıllarında kalem alır.
“… etrafına bakmanın zahmetine katlanmadan, talihin çizdiği bu düz yolda bir küçük seyyare azamet ve kayıtsızlığıyla yürüdü. Bir gün kendisine sorulan, ‘kimleri okurdunuz?’ sualine, yazmaktan okumağa vaktim kalmadı kabilinden bir cevap veren Hamid’de bu kayıtsızlık, bir yazdığı esere bir daha dönüp bakmamak şeklinde bir itiyada kadar vardı.” (1937)

HAKİKİ ŞİİR VE GÜL

“Hakiki şair insana şiirinin bir şekil olduğunu fark bile ettirmez. Hangimiz gülün kokusunu ve rengini onun şeklinden ayırırız. Hatta daha iyisi, gülün kendinden ayrı bir kokusu ve rengi olduğunu ancak zihni bir tecrit veya laboratuvar ameliyesiyle hatırlarız. Abdülhak Hamid’de işte bu bütünlük yoktur, en muhteşem mısraları –ki, tesadüfen doğduklarına şüphe etmem—manzumeleri bile malüldür ve bu yüzden eserinde yer yer parça parça çok güzel peyzajları, nadir görülen hacimsiz, şekilsiz bir rüya hissini verirler.” (1937)

MAKBER

“En güzel eseri olan Makber baştan aşağıya bir kafiye zaruretinin kurbanıdır. Büyük ve hakiki şairin lisanın kolaylıklarına karşı daima mücadele içinde olması lazım gelir. Hamid’de bu mücadele yoktur.”

Tanpınar, Hamid’in “uygun kafiye” bulma adına kolaycılığa kaçarak, anlamsız mısralar yazdığını ifade eder.

Tanpınar’ın verdiği örnek, kafiye için şiirin yokedildiğini gösterir:

“Anlardı ne derse bir fransez
Eylerdi bir aglezle sohbet
Ya kahve ya çay içerdi erken
Kalkıp piyano çalardı derken.”

ACI ÇIĞLIKLAR

Tanpınar, yine de “Şair’i Azam” sıfatıyla anılan Hamid’e tümüyle haksızlık edebileceği kaygısıyla Makber’in şiir yanlarını bulup çıkarır:

Makber’in güzel tarafları, şairin bir gece kuşu gibi karanlık ve acı çığlıkları attığı nadir mısralardır.”

“Yağsın nesi varsa kainatın
Lakin bu derin sükut dinsin
…..
Kaldım mı demiş miydi bir gün
Hindistan’ın denizlerinde.”

YAŞADIĞI ZAMANA BİGANE

Tanpınar, Hamid’in çok iyi yabancı dil bilmesi ve hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirmiş olmasına rağmen, Fransız ve İngiliz şairlerini yeterince inceleyip, ilhamlar edinmemesini hayretle karşılar. Bunu, çok fazla kendine dönük kişiliğine bağlar.
Hamid’in herhangi bir şairden beğendiği üç mısraın üzerinde bir akşamı geçirmiş olduğunu tasavvur bile edemem. Bütün bunlara mutlak denecek şekilde bir entelektüel tecessüsler yokluğunu da ilave etmelidir. Yaşadığı zamana onun kadar bigane kalmış adam pek azdır. (…) Gençliğini Avrupa’da ve Paris, Londra gibi merkezlerde geçirmiş olan bu adam, bize bu kadar yakından temas ettiği dünyanın küçük bir köşesini bile tanıtmamıştır.”(1937)

ŞAİR’İ AZAM NE GETİRDİ?

“… Hamid düşünceleri itibariyle memlekete yeni bir getirmekten çok uzaktır.”

“Doğrusu istenilirse, o, memlekete tek başına hiçbir şey getirmemiştir. (…) Bizde yenilik (Namık) Kemal’le başlar. (Tevfik) Fikret’le asıl garplı istikametini bulur. Aksaray’da doğmuş, ezan sesiyle büyümüş, İstanbul’dan bir adım ayrılmamış Tevfik Fikret’in memlekete bütün bir Avrupa aşkını sokmasına mukabil, ömrü Avrupa’da geçen Abdülhak Hamid’in hesabına kaydedilecek iki adımlık hareketin bulunmaması oldukça gariptir.” (1937)

MISRA ZEVKİ

Tanpınar, 1949 yılındaki bir yazısında, Hamid’in şiiriyle ilgili daha önceki eleştirilerine sahip çıkmakla birlikte, daha soğukkanlı bir tahlil yapar:

“Türk şiirini yeniye açar, fakat kapıdan kendi geri döner!”

“Hiçbir zaman mısra zevkini ve iyi işçi sabrını tadmamış da olsa, Hamid, bilhassa Makber’iyle, Türk şiirinin bir tarafından daima kendini duyuracak bir büyük ürpermedir. Çoğunu, şekil endişesizliğiyle, dile ve şekle karşı garip istihfafı (küçük görmesi) yüzünden harcamış da olsa Hamid’in eserlerinde kendisini büyük şair yapabilecek vasıfların çoğu vardır. Hamid’e her zaman bir zengin madene dönülür gibi dönülecektir.”

(Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları)

18 Şubat 2011 Cuma

ŞİİRSİZ Türkçe Yaşar mı?

YUNUS EMRE OLMASAYDI!..
Türk edebiyat tarihinin en önemli yazarlarından biri olmasının yanısıra Türk Edebiyatı profesörü de olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901-1962), edebiyat tarihi üzerine yaptığı yorumlar inci değerindedir.
Tanpınar, Yunus Emre’nin (1240-1321/1328) Türkçe’nin edebi bir dil olarak varolup yaşamasındaki önemini, yokolmaya yüz tutan İtalyancayı bir millet dili olarak kuran Dante’ye (1265-1321) benzetir.
İkisi de şairdir…
İkisinin de tümüyle birbirine zıt dini vurguları vardır…

ŞİİRİN ÖNEMİ
Tanpınar çok önemli bir bulguya ulaşır:
*Şiir, bir dil için de, bir milletin geleceği olup olmayacağını göstermesi açısından da, nesir yazılarından daha önemlidir…

*600 yıl sürecek Osmanlı İmparatorluğu’nu, o yıkıldığı zaman yerine Orta Asya göçerlerinin asıl yerleşim yeri olan Anadolu’da yeni bir devletin kurulup yaşayacağını haber veren Yunus'tur, ortaya koyduğu şiiriyle...
*Bugün gelecek için tahminde bulunmak için ise, artık Yunus’un dilinin hala varolup varolmadığına, yeni Yunus'lar olup olmadığına ya da hala Türkçe denilen bir dilin varlığını sürdürüp sürdürmediğine/sürdüremeyeceğine bakmak gerekecektir.
Tanpınar’a göre, Yunus, Orta Asya’dan gelen göçebelerin dili olan Türkçenin çok önemli bir kurucusudur. Yunus değerinde bir dil kurucusunun varlığı aynı zamanda o milletin geleceğini de güvenceye alır.
Tanpınar’ın engin araştırma ve değerlendirmeleriyle Yunus:  

“YUNUS, DİLİ YENİ BAŞTAN YAPAR”
“Şair, dili yeni baştan yapar: Dante ve Yunus şiirlerinde dili kıvamına erdirdiler. Yunus’un diline ilave ettiğimiz garptan ve medeniyetten aldığımız unsurlardır. Bu, ana bir dilden kopuş devresinde ve bazı coğrafi şartların tesiri ile olur. Dante: ‘Halkın dili bana hoş geldi, kullandım’ der. Ondan birkaç asır evvel Latin dili kopmuştu. Hatta Dante: ‘Grameri üzerinde durdum’ der. Ve İtalyancanın teşekkülüne çalışır.

TASAVVUF VE İSLAM KÜLTÜRÜ
“Fert, hiçbir zaman hazırlıksız iş yapmaz. Büyük şair kendisinden evvelini silen adamdır. Yunus ile beraber yürüyen birkaç Yunus daha vardır. Bu kategoride bir şair, kitlenin malıdır. Hareket, halka doğrudur. Ve ses halkın içindedir. Yunus, tasavvuf ve İslam kültüründen halka gider. Yunus halkın konuştuğu dili tanzim eden adamdır. Dante de Yunus gibidir. O da antik kültür ve Latin dilinden halka iner. Şu halde şairin yeni bir dil yapması için şu şartlar gerektir:
1.Yeni bir medeniyete girmek;
2.Yazılı edebiyatın eksikliği, değişmesi, unutulması;
3.Coğrafi değişiklik;
4.Bu üstünlüğün kabulü.”
(Edebiyat Dersleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKY Yayınları)

“Şair’i Azam” Abdülhak Hamid

Aralarında 20-30 yıl yaş farkı olsa da ikisi de büyük şair.
Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını birlikte yaşamışlar, batı edebiyatını Paris’ten ve Fransızcadan izlemişler. 
 
Yahya Kemal’in yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’na destek vermesine karşılık, Abdülhak
Hamid, Ankara’ya mesafeli durmayı tercih etmiş ve Kurtuluş Savaşı’nı uzaktan seyretmiştir. 
İKİSİ DE MİLLETVEKİLİ OLDU
Ama ikisine de Cumhuriyet’in ilk Meclislerinde milletvekilliği görevi verilmiştir.  
Can Dündar’ın LÜSYEN’İ (Lucienne-Hamid'in son eşi) yayınlamasından sonra, unutulmuş olan Abdülhak Hamit Tarhan (1852-1937) hatırlandı. 
Yahya Kemal’e( (1884-1950) göre talihsizliği belki de günümüz Türkçesiyle dilinin daha az anlaşılır olmasıydı.  
Osmanlı’nın çöküşü öncesinde şiirde yenilik yapmış ve “Şair’i Azam” (en büyük şair) unvanını almış Abdülhak Hamid’le gecikmeli de olsa tanışmanı zamanı… 
Ölümünün üzerinden yetmiş dört yıl geçmiş olsa da…
Oysa şair Yahya Kemal Beyatlı, “Abdülhak Hamid” başğıyla yazdığı yazıda, yaşadığı dönemden “otuz kırk sene sonra”  bir eleştirmenin onun şiiriyle ilgili gerçekleri daha objektif şekilde değerlendirebileceğini düşünür.

HAYRANLARIN BASKISI
Yahya Kemal’in, bu yazısını yazarken, Hamid ile ilgili “şair’i azam” fırtınasının ne kadar güçlü estiği ve Hamid’in şiiri aleyhine kimsenin söz söyleyemediği şu sözlerinden anlaşılır:
“Abdülhak Hamid’in şiirine dair bir kanaatim vardır. Bu kanaati yazmanın henüz zamanı değildir. Birgün gerçek olduğu anlaşılacak kanaatleri fazla erken söylemenin ne kadar netameli olduğunu da bilirim.(…)

DİNİ BÜTÜN HAYRANLARI
Abdülhak Hamid’e en büyük kötülüğü edenler, ‘dini bütün’ hayranları olmuştur. Onun en hayırlı dostları da şirinin kof, tumturaklı ve dahiyane zannedilip de hakikatte laf gürültüsü olan tarafını sevmeyenler ve gerçek şiir olan mısralarını sevenlerdir.(…)
“Bir şaire hayranlık, bizde, eski zamanlar da dahil olmak üzere, hiçbir zaman bu derece kayıtsız ve şartsız bir taassupla görülmemişti. Garip olan bu idi ki bu meftunların (tutkulu hayranların) yüzde doksan dokuzu Finten’i ellerine alıp baştan sonuna kadar okumazlardı; yalnız Davalaciro’nun maruf (ünlü) narasıyla bilirlerdi. (…)
“Çünkü hakikatte, Namık Kemal’le de, Abdülhak Hamid’le de şark usulünde şiir söyleyiş ve anlayış sürüp gidiyordu. Namık Kemal’in de, onun da, muasırları (çağdaşları) tarafından çabuk anlaşılmalarının ve sevilmelerinin asıl sebebi de buradaydı; pek az değiştikleri için şarklı kafalara çok aykırı gelmiyorlardı.”
(Yahya Kemal Beyatlı, Siyasi ve Edebi Portreler, YKY Yayınları) 

Yakup Kadri, Hamid’e Hayrandı…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu ( 1889-1974), Yahya Kemal’in aksine, Abdülhak Hamid Tarhan’a hayrandır. 
“Nereden çıktı bu adam? Ona gelinceye kadar hep basmakalıp hisleri ifade etmekten başka birşeye yaramayan Türkçe, bunun ağzından beşeri ıstırapların hemen hepsini tebliğe kadir bir orkestra haline giriveriyor. Ey mumyalar, kalkınız; yeni adam, sizin çürüdüğünüz bu mahzenin içinde yeni adam doğdu; açın kapıları, kaldırın şu ağır kapağı; yeni adam, bütün cihan önünde sizin hailenizi (trajedi) tek başına oynayacak…” 
Nurullah Ataç, Abdülhak Hamid’e Karşı
Ataç (1898-1957), Hamid’den hiçbir zaman hoşlanmaz:
Abdülhak Hamid, belki eskiyi yıkmıştır ancak yerine yeni bir güzellik getirmemiştir. (…) Birini büyük şair diye tanıtmak mı istiyoruz, koyalım eserini ortaya anlatalım çocuklarımız okusun o kitapları, o şairin büyük olup olmadığını kendileri söylesin.”
Mehmet Kaplan’ın Hamid Yorumu
Mehmet Kaplan, Türk şiir tarihi içinde, Hamid’i ‘nazari olarak değil, fiili olarak Divan Edebiyatı’nı yıkan ve yeni bir şiir kurmaya çalışan insan’ olarak değerlendirir.”
Kaplan, Hamid’in şiiri hakkında 1978 yılında şunları yazar:
“Edebiyatımızın bu merhalesinde Hamid, estetik ve metafizik bir kainat görüşü ortaya koymak, yeni ve şairane bir üslup yaratmak suretiyle, kendisinden öncesine nazaran gerçekten yeni bir şiir vücuda getirdi ve devri içinde, haklı olarak ‘şair’i azam’ sayıldı. Tanzimat devrinin en büyük zirvesi olan bu şaire, bugünden bakarsak, onu kendimize hayli uzak ve küçük görürüz. Onunla aramızda birkaç neslin mesafe ve ufku kapayan yeni zirveleri vardır. Fakat biz bugünden düne doğru gitmiyor, dünden bugüne doğru geliyoruz. Tarihin akışına uygun olan bu yolda, Hamid’in yanından geçerken, onun şiirinin daha öncekilere göre, gerçekten yeni ve güzel bir manzara gösterdiğini inkar edemeyiz.”
Güzel Şiirleri
Hamid’in şiirlerini derleyen İnci Enginün:
Hamid’in asıl güzel şiirleri, karısının (ilk eşi Fatma) hastalığı ve ölümüyle büsbütün zenginleşen ihsaslarla dolu, ‘Bunlar O’dur’ da yeralır. Kitap 1885 yılında çıkar. (…) Hamid’in Hindistan’a gittikten sonra geniş ve vahşi tabiatı idraki, onun duyuşlarına tesir etmiştir. Ayrıca, öteden beri ilgisini çeken Hindistan ile karşılaşması, Hamid’in egzotik edebiyatın canlı ve güzel parçalarını yazmasına da sebep olmuştur. (…)
“Hamid, ‘Bunlar O’dur’ da karısının hastalığı ve ölümünün geliştirdiği, kuvvetli bir ölüm korkusu, sevgiliden ayrılma ve Tanrı’ya sığınma duygularını terennüm eder. Çeşitli isyanlarından sonra kitabın son şiiri olan ‘Tehlil’ de yeni baştan Tanrı’ya sığınması, manalıdır ve ‘Makber’deki isyanlar ile Tanrı’ya sığınışların başlangıcını verir.”

(Abdülhak Hamid Tarhan, Bütün Şiirleri 1, İnci Enginün, Dergah Yayınları)

Tanpınar’a Göre Bir Yazar’ın Yetişmesi

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebi eserlere yazarlarından ve yazıldıkları dönemden bağımsız olarak bakmaz; yazarı, aile ortamı, hayat serüveni, yaşadığı toplum ve çağıyla birlikte bir bütün olarak değerlendirir:
“Hamid (Abdülhak Hamid Tarhan), zaman ve muhit içinde içtimai (sosyal) bir mahsuldür. 1852 senesinde doğar Bebek’te; Tanzimat’tan on üç sene sonra. O zaman, o muhit Tanzimat’ın en canlı muhiti idi. Şinasi Tasvir-i Efkar’ı, Ali Suavi Muhbir’i çıkarıyordu. Namık Kemal’den on üç  on dört sene sonra, Şinasi’den yirmi beş yirmi altı sene sonra doğuyor. Onların eserlerini okuyup benimsiyor. O zaman, tahsilin buhranlı anı idi. (…)
OSMANLI’DA NESiRİN DOĞUŞU
“1852’de doğdu, 1937’de öldü. Seksen beş yaşlık hayatında hep bir edebiyatçı olarak kaldı. Gibb, Osmanlı tarihi tetkik ederken iki tarih üzerinde durur. 1858 ve 1860. Bu, nesirlerin doğuşu, Şinasi’nin bilfiil başlamasıdır. 1876 edebi nevilerin (tür) doğuşudur. Hamid’in ilk şiir kitabını neşretmesi, şiirin yenileşmesi bu tarihlerdedir. İlk vakıa, yani Avrupai nesrin doğuşu bunu idrak ettirir; mühim olan da birincisidir. (…)
İSTANBUL’UN AVRUPALILAŞMASI
Şinasi ve Ziya Paşa birinci nesil ise, Hamid ikinci nesil, Namık Kemal de orta nesil oluyor. (…) Birinci nesil nesri tanzim edip halk dilini ön plana aldı; Hamid nesline eser vermek kaldı. Hamid doğduğu zaman İstanbul Avrupalılaşma yolunda idi.(…)
Hamid, Avrupa ile kültürel temasta bulunan ilk adamdır.(…)
Hamid hiçbir zaman sağlam bir dille görülmez. Çünkü etrafındaki kıymetler daima değişir. Sağlam bir teknik olmamasına rağmen, bir şekil bağlanışı vardır: Makber. (…)
GARBI SEVERDİ
Hamid ve nesli garbı severdi, fakat Hamid şarkı da unutmaz. Garpta medeniyeti görür sever; sonra şarkta aldıkları vaziyeti görür. (…) Hamid on yaşında Paris’e, on beş yaşında İran’a, sonra Bombay’a, Londra’ya gider. Mütemadiyen şark-garp arasında dolaşır. En az İstanbul’da kalır. Onda şark-garp müsavidir (denk-eşit).
(Edebiyat Dersleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKY Yayınları)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Yahya Kemal, Gazeteci Ali Kemal'i Nasıl Tanırdı?..

Ali Kemal” denilince akla ilk gelen kelimeler, “hain” ve “linç”tir…

Bu iki rahatsız edici kelime, aslında fazla birşey anlatmaz. 

Ali Kemal (1869-1922) konusundaki fikirler, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren oluşan iki zıt siyasi kutba göre değişir.
 
Yahya Kemal Beyatlı  (1884-1958) ise, bu kutuplaşmada yeralmamış, Ali Kemal’i  bizzat tanımış, hatta ona hiçbir zaman tutamayacağı öğütler vermiş, zaaflarının Ali Kemal'i ne tür hatalara sürüklediğini görecek kadar iyi gözlem yapmış ve Ali Kemal'in ölümünden sonra da düşüncelerini kaleme almıştır.

İşte Yahya Kemal gözünden Ali Kemal:

ALİ KEMAL’İN FRANSIZCASI

Ali Kemal’in Avrupalıyı andıran üç tarafı vardı: Bünyesi, şehveti ve münakaşa gazeteciliği. Bu üç taraftan maada (başka) Ali Kemal, tam bir şarklıydı. Avrupa’nın ilmini, felsefesini, şiirini, sanatını anlamamıştır. Fransızcayı bile iyi bilmez, güç ve kötü söyler, hele pek acemice yazardı. En ziyade güvendiği ilim, son iki asırlık tarih-i siyasi idi; bunu da, Paris’te müverrih (tarihçi) Albert Sorel’in derslerinden sathi bir dinleyiş ve ondan sonra kitaplardan derme çatma bir okuyuşla hayal meyal idrak etmişti. Makalelerinde Tallyrand’a, Maternick’e dair aynı şeyleri yüzlerce defa tekrar ederdi. Tarih-i umumiyi (genel) ise bir lise gencinin bakışıyla göremezdi, Osmanlı tarihini de iyi bilmezdi. Muharrirliğindeki (yazarlığındaki) irfanın(bilişin) yegane menbaı (kaynağı) olan tarihçiliğinde ise gerek eski ve gerek de mana ile zayıftı. En iyi ve kuvvetli şey, konuştuğumuz ve yazdığımız Türkçe idi.”

ALİ KEMAL’İN KARISI VE OĞLUNA BIRAKTIĞI MİRAS

Ali Kemal kitap adamıydı. Okumayı sever, Türkçe ve Fransızcada daima okurdu. (…)
Sahhaflara devam etmiş, elyazması, eski cilt, nadir nüsha, nefis hatlar müptelası olmuş, nihayet zengin bir koleksiyon vücuda getirmişti. Karısına ve oğluna bıraktığı yegane miras da bu oldu.”

“GÖZÜ BÜYÜK PARADA”

 “Ali Kemal kazancı severdi. Borsayla alakadardı. Esrarengiz kazanç işleriyle uğraşan adamlar tanırdı. Yalnız gözü büyük parada idi. (…) İstanbul’da gazetecilik ederken bir taraftan da iş kollardı. Denilebilir ki para teklifleri karşısında zayıftı. (…) Ferit Paşa Hükümeti’nden Peyam-ı Sabah’a tahsisat (ödenek) aldığı ise, Ferit Paşa ile bir aralık giriştiği kavga esnasında meydana çıkmıştı. Uğradığı akıbetten sonra karısına hiçbir para bırakmadığı, aile işlerini iyi bilenlerden mervidir (aktarılandır).”

SARAYDAN KESE

“O günlerde Ali Kemal’in bir kırmızı kese içinde bir miktar ihsan aldığı (saraydan) doğrudur. Meşruiyetin ilanından sonra yine saraydan gönderilmiş diğer bir keseyi de reddettiğini, artık kendini göz göre göre tehlikeye atmadığını, yine kendi nakletmişti."

ALİ KEMAL’İN NEFRETİ

 “Ali Kemal’in bu kısa devredeki hayatında en ziyade dikkat edilecek şey, kimsenin bilmediği mühim bir noktadır. Ali Kemal, Rumluğa ve Ermeniliğe karşı muhabbetini ve her türlü Türk milliyetperverliğinden nefretini bu kısa devrede, gayri şuuri olarak edindi."

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN HATASI

“Milliliklerimize birçok milliyetperverlerden fazla aşina olan bu adam, yalnız benliği rencide olduğu için, kendini nefsaniyetinin galeyanlarına kaptırarak, her zaman ve her memlekette, hatta vatan ve milliyet fikirlerini reddeden siyasi zümreler karşısında bile affedilemeyen bir ruhiyet gösterdi. 

“Önce İttihat ve Terakki ile barışmaya teşebbüs etti. (…) Hakikaten İttihat ve Terakki, o devrede, arzu etseydi, Ali Kemal’i kazanırdı. (…) Bu teşebbüsler (girişimler) müsmir (sonuç verici) olmayınca Ali Kemal nevmit (umutsuz) oldu. Şerif Paşa’ya yanaştı; ayda ikiyüz franklık bir maaş mukabil ve kötü muamelelere tahammül ederek, Şerif Paşa’nin Meşrutiyet gazetesine yine şedit (sert) yazılar yazmaya girişti.”

ALİ KEMAL DAHİLİYE NAZIRI

“O günlerde şeklini bir daha değiştiren Ferit Paşa kabinesine Dahiliye Nazırı oldu. Yunanistan’ı ve devletleri ancak hal-i vakii kabul etmekle uyuşabileceğimizi bar bar bağırarak tavsiye ediyordu; girdiği kabinenin azasını (üyesini) milliyetperverlikle mütemayil (eğilimli) gördüğü için lekeliyordu. Nihayet Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın meşhur Havza nutkundan haberdar olduğu zaman kabına sığamadı, hiddetinden adeta çıldırdı, sağına soluna küfür savurmaya başladı.”

İHTİRASI

“Kati olarak denilebilir ki Ali Kemal olmasaydı, onun gazetesi İttihatçılığı tekrar kızıştırmasaydı, şevk ve cür’et vermeseydi, Ferit Paşa tekrar iktidara gelemezdi. Ali Kemal, ihtirasının ateşiyle, ikinci ve asıl yaman olan Ferit Paşa kabinesini mevki-i iktidara geçirmiş yegane adamdır.”

SUSUŞU…

“Gerçi Ali Kemal, o devrenin en kudretli ve en çığırtkan muharririydi, Peyam-ı Sabah da en ziyade okunan gazetesiydi. Lakin o muharriri ve gazeteyi meraklı takip  eden kariler (okurlar) günden güne sinirleniyor ve hırslanıyorlar, Anadolu’daki mukavemete (direnişe) bağlanıyorlardı. Anadolu, Ali Kemal ve Peyam-ı Sabah gibi bir tahrik vasıtasını icat etmek isteseydi (bu kadar) muvaffak olamazdı. Halk, ecnebi ceberrutunu İstanbul sokaklarında hergün görüyor, Marmara’nın Anadolu sahillerindeki katliamın haberlerini alıyor ve Ali Kemal’in bunlara sustuğuna, yalnız Ankara’ya bağırdığına dikkat ediyor ve hükmünü veriyordu.”

İNTİZARI

“(Ali Kemal'in) Seyahatinden döndüğü gün Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girmiş ve İstanbul, heybetli bir galeyan göstermişti. Ferit Paşa, korkusundan Ayastafanos’ta trenden indi, Kağıthane yolundan Balta Limanı’na gitti, İstanbul’un silah sesleriyle karışık feveranına dayanamayarak, rivayete göre, padişahı görmeksizin derhal İstanbul’dan çıktı. (…)
 
"O günlerde Ali Kemal, “Yanılmışız” diye son bir makale yazabildi. (…)
 
"Ali Kemal, muzafferiyet ordularının Çanakkale ve İstanbul üzerine yürüyüşleri sırasında, İngiltere ile harp etmemize iştiyakla inzitar ederek; işin bitmediğini söyleyerek; bir müddet daha oyalandı. Kendisine kaçmayı tavsiye edenlere karşı İstanbul’da İngiltere kuvvetinden bahsetti. Hasılı İstanbul’dan ayrılmak istemedi.”

(Yahya Kemal Beyatlı, Siyasi ve Edebi Portreler, YKY Yayınları)