Translate

14 Mayıs 2016 Cumartesi


ÜNSAL OSKAY'IN MİRASI



1982’de, Marks’ın, “M”sinin dahi telaffuz edilmekten korkulduğu, umutsuzluk ve yılgınlığın hakim olduğu o darbe günlerinde, üniversitede Marks’ın iktisat ve onun kadar önemli yabancılaşma teorisini anlatacak kadar bilgisinden emin ve cesurdu Ünsal Oskay

O günlerin, her şeyi anlamsız hale getiren karanlığını bilginin ışığıyla silmeye çalışıyordu. Henüz ne Pasajlar (1993) ne Aydınlanmanın Diyalektiği (1995 ) çevrilmişti ne de Frankfurt Okulu’na dair bir kitap vardı.

Kitle iletişim araçları üzerine olan dersi, McLuhan’ın iletişim araçlarındaki gelişmeyi “yanıltıcı bir iyimserlikle” anlattığı teorisini ve televizyonun kitle üzerindeki etkilerine ilişkin araştırmaları anlatmakla geçirebilirdi. Ama o, herkesin tek tip olmaya zorlandığı darbe günlerinde öğrencilerine aykırı olmanın kıymetini öğretti; kendisi, aykırılığın bilgiyle birleştiğinde bilge olunabileceğinin örneğiydi. 

Yabancılaşma, insanın metalaşması, kültürün endüstrileşmesi… Bu karmaşık konuları en eğlenceli şekilde anlatırken, örnekleri arasına, kendisinin de hocası bir başka hocamız Prof. Nermin Abadan Unat da, Türkan Şoray da, bir manken de girebilirdi. 



ÇAĞIN ŞİFRELERİ 


Derdi; kuru teoriyi anlatmak değil, insanı ve toplumsal yaşamı anlamamızı sağlamak üzere bizlere, Marks, Adorno ve Benjamin aracılığıyla bulduğu o çok güçlü anahtarı kullanmayı öğretmekti. Bu öylesine güçlü bir anahtardı ki, popüler kültürü anlamlandırırken de, Melville’in Moby Dick’ini, başka bir romanı ya da Baudlaire’in şiirlerini okurken de, Paris bulvarlarına bakarken de, film izlerken de kimsenin görmediği ayrıntıları görmenizi, çağın şifrelerini deşifre etmenizi, arkasındaki koskoca dünyayı anlamanızı sağlayabilirdi. Toplum içindeki insanı anlamayı hedeflediği için olmalı, sağ-sol ayrımsız her kesimden ilgi gördü.


BİLİNÇ ENDÜSTRİSİ 


Yıldız Savaşları, sadece bir bilimkurgu filmi değildi, içine serpiştirilmiş Gobbels’in “heroic” 
 görüşleriyle benzerlikler taşıyan, erkekler için yapılmış, “bilime karşı”, aklı dışlayan, bir modern kovboy veya Tarzan filmiydi aslında.. 

King Kong, Dracula, Frankenstein gibi korku filmleri ile bilimkurgu filmleri, 19. yüzyıldan itibaren sanayileşme ve bilinç endüstrisinin karşısında insanın yılgınlığının, çaresizliğinin, korkusunun, bütünü kavrama imkânından daha fazla uzaklaşmasının bir yansımasıydı. 

Hitler Almanyasından kaçmak zorunda kalan Adorno ve Horkheimer’ın kültür kazılarıyla, teknoloji ve bilimdeki bunca ilerlemeye rağmen, neden toplumlarda en ilkel siyasi eğilimlerin güç kazanabildiğini, ırkçılığın, fanatizmin geniş kitlelerde neden yankı bulabildiğini anlamamız mümkün olabilirdi. “Açık ve tam bir enformasyon seli ile şatafatlı, düzenli eğlencelerin insanları bir yandan akıllandırırken öte yandan aptallaştırdığını” öğrenmiştik. 


DEDEKTİF ÖYKÜLERİNİN DOĞUŞU

Dedektif öykü ve romanlarının doğuşu da kendiliğinden olmamıştı. Benjamin’in, günümüzdeki birçok gelişmenin kavşak noktası 19. yüzyıl Paris’ini irdelerken, “O zamanlar, büyük kent ne kadar tekin değilse, içinde yaşayabilmek için o ölçüde insan sarrafı olmak gerekir diye düşünülmekteydi” dediği ortam, dedektif romanlarının gelişini haber veriyordu. 

Birdenbire büyüyen kent, korkuyu da karmaşayı da kaçışı da beraberinde getirmişti. Benjamin, “Dedektif öyküsünün başlangıçtaki toplumsal içeriği, bireyin izlerinin büyük kentin kalabalığında silinmesidir” demişti.  

Baudelaire, sadece bir şair değildi; Benjamin’in 19.yüzyıl sonunda başlayan ve dalgalar halinde günümüze ulaşan o büyük tarihi dönüşümün Paris’teki izlerini bulup çıkardığı bir kaynaktı. Paris, “19.yüzyılın başkenti” idi. O günün AVM’leri “pasajlar”, demirin mimariye girişiyle orada inşa edilmiş, üretimin kitleselleşmesinin bayramı denilebilecek “dünya fuarları” düzenlenmiş; artan üretimle birlikte kitleye ulaşması istenen mallar için de ilk kez “vitrinler” mağazalarda yerini almış; kitlelerin vitrinleri izleyebilmesi için de kaldırımlar yapılmaya başlamıştı. 

YENİ PARİS


Benjamin’in, “Baudelaire’in, nefret ettiği Brüksel’de bulduğu sayısız kusurlardan biri, şairi özellikle öfkelendirir: ‘Hiç vitrin yok burada. İmgelemi bulunan ulusların sevdiği bir şey olan flaneur’lük yapmak, Brüksel’de olanaksız. Görülebilecek hiçbir şey yok, caddelerden yararlanabilmek de sözkonusu değil.’ Baudelaire, yalnızlığı severdi; ama istediği, kalabalığın ortasında yalnız kalmaktı” dediğini de öğrenecektik. 

Paris’in bulvarlarının genişliğinin nedeni, 1848’deki ayaklanmada, barikatlarla sokakları işgal eden işçileri hem kent merkezinden uzaklaştırmak hem de barikat kurmalarını önlemekti. Paris Belediye Başkanı Haussmann, Paris’i tümden yıkıp yeniden inşa ederken bunu da dikkate almıştı. Kent mimarisi, insanlarıyla birlikte yöneticilerin de bir yansımasıydı. 


GAZETELER VE TEFRİKA ROMANLAR 


Paris kafelerinin işlevi, gazete okumayı kolaylaştırmaktı. Yıllık abonman ücreti olarak gazetelere 80 frank veremeyen geniş kesim, kafelerde tek gazetenin başında toplanıp okurdu. 

1824 yılında Paris’te 47 bin gazete alıcısı vardı; bu sayı 1836’da 70 bine, 1846’da 200 bine çıkacaktı. 

Abonman ücreti 40 franka düştüğü zaman ise tefrika romanlar başlayacak ve en büyük geliri elde edenlerden biri Dumas olacaktı.

1845 yılında Dumas’nın iki gazete ile yaptığı sözleşme, yılda en az on sekiz ciltlik bir üretim karşılığında beş yıl süreyle en az 63 bin franklık bir yıllık gelir öngörmüştü.  

Eugene Sue’ye 100 bin franklık bir avans ödenmişti. 

Lamartine’ın 1838-1851 yılları arasında aldığı ücretler, toplam 5 milyon franktı. 

Dumas’nın evinin bodrum katında bir sürü yoksul yazarı çalıştırdığı söylentisi epey yaygındı. Tefrika romanlara yüksek ücret ödenmesi ve sürümlerinin yüksek olması, bu romanların yazarlarının halk arasında büyük ün kazanmalarına yol açacaktı. 



BAUDELAİRE'İN YAYINCISI 

Buna karşılık Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri, 353 adet satmış ve yayıncısını iflasa sürüklemişti!.. 

İnkilap Kitabevi tarafından yayımlanan altı kitap, aslında Ünsal Oskay’ın miras bıraktığı define sandığının açılıp, içindeki mücevheratın yeniden parıltılı ışıklar saçmaya başlaması demek. Öğrencisi olanlar için, bu sandıktakiler aslında onun gerçek ışığının küçük bir bölümü olsa da… Artık geleceğe umutla bakmak için neden var: Ufukta ışık bir kez daha göründü…



Ünsal Oskay’ın kitapları İnkilap Kitabevi tarafından yeniden yayımlandı: 


Roman ve Etik, 128 s. 

Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım, 376 s. 

Çağdaş Fantazya, 312 s. 

Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, 560 s. 

İletişimin ABC’si, 136 s. 

Tek Kişilik Haçlı Seferleri, 528 s. 


31.10.2014 

Radikal Kitap


30 Mart 2016 Çarşamba

Rusya’yı Kitaplarla Okumak


Brecht, Aragon, Neruda ve Nâzım Hikmet’in de aralarında bulunduğu birçok ismi etkilemiş, 20. yüzyılın en önemli şairlerinden Mayakovski’nin, 1909 yılında hapiste yazmaya başladığı şiirler belki de, 1917 Ekim Devrimi’nin kargaşa ve iç savaşa rağmen başarıya ulaşarak, yoluna devam edebileceğinin habercisiydi.

Diğer yandan Mayakovski’nin devrime inancı, adanmışlığı ve büyük desteğine rağmen, “sanatının zirvesindeyken”, 1930’da 36 yaşındayken hayatına son vermesi de belki, Sovyetler Birliği’nin de 1991’de kendi kendini sonlandıracağının işaret fişeğiydi?

Mayakovski, Sovyetler Birliği’nin “resmi şairiydi”. Kimsenin beklemediği vedasının, 1924’te Lenin’in ölümünden sonra başlayıp 29 yıl süren Stalin’in acımasız dönemine denk gelmesi ise belki de sadece bir tesadüftü…

 Fikir Babası Tanpınar 

Tarihi, şairler üzerinden okumanın fikir babası Ahmet Hamdi Tanpınar, Yunus Emre’nin, “hanedanlık” olarak tanımladığı şiirlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini duyurduğu görüşündedir: “Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiçbirini Yunus’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin çehresine biraz eğilsem, orada Yunus Divanı’ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün bu fütuhatların arasında bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler dünyasını selamlarım.”

Tanpınar, Yunus’un Türkçeyi bir dil olarak yeniden yapılandırmasını, Dante’nin İtalyancayı kuruşundaki etkisine benzeterek, “Şair, dili yeni baştan yapar: Dante ve Yunus şiirlerinde dili kıvamına erdirdiler. Yunus’un diline ilave ettiğimiz garptan ve medeniyetten aldığımız unsurlardır” der.
 
Edebiyat İmparatorluğu 

Rus tarihinde, I. Petro’nun (Deli) Batılılaşma atılımıyla yaşanan büyük dönüşümün şairi Puşkin’dir. Otuz sekiz yıl süren kısa yaşamına rağmen Puşkin, modern Rus edebiyatının kurucusu kabul edilir ve Belinski’ye göre Yevgeni Onegin, “Rus hayatının bir ansiklopedisidir”. 

Puşkin’in geleceğe ilişkin verdiği haber ise dünya edebiyatına damgasını vuran Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Çehov ve Gonçarov’un da aralarında bulunduğu bir edebiyat imparatorluğudur. Bu gelenekten beslenen Mayakovski, çarlığın artık ülkeyi taşıyamayacağının belli olduğu 1905’ten itibaren ortaya çıkan arayışlarda tercihini devrimden yana yapar.

Ama devrim, bu edebiyat imparatorluğunun sonunu getirir. Yeni düzeni benimsetme adına yapılan baskılar, zorlamalar, sürgünler, çarlık dönemini de yaşamış birkaç yazar ve şair dışında yeni güçlü isimlerin çıkmasını engeller. Zoraki edebiyat, sınırları aşamaz.

 1917 ve Sonrası

Üniversitelerin Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinin öğretim üyeleri tarafından hazırlanan on üç ayrı makalenin bulunduğu Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması: Edebiyatta ve Sinemada Devrim, 1917 ve sonrasını şair, yazar ve yönetmenler aracılığıyla yeniden okumamıza kapı aralıyor.

Kitapta Turgenyev, Herzen, Çernişevski, Pisarev dışında kalan diğer isimler Gorki, Gippius, Blok, Aleksey Tolstoy, Pasternak, Mayakovski, Ostrovski, Şolohov, en az çocukluklarını çarlık döneminde geçirmiş, o dönemin edebiyat geleneğinden etkilenmiş ve 1917 sonrasında da kalıcı, ses getiren eserler yazmışlardır.

Doktor Jivago ve Nobel 

Bolşeviklere düşman olan ve sürgünde yaşamak zorunda kalan şair Gippius ve devrimin ilk yıllarını sürgünde geçiren yazar Aleksey Tolstoy dışındaki yazar ve şairler devrime destek verirler. Ama iç savaş, Bolşeviklerin hazırlıksızlığı, sefalet, baskılar, sürgünler, kıyımlar, hiçbir şeyin kağıt üzerindeki kadar iyi olmayacağının göstergesidir.

Yazarlar üzerinde baskı çoktur; hükümeti destekleyen eserler vermeye zorlanırlar. Boris Pasternak da bu isimlerden biridir. 1936’da hükümet Pasternak’tan ideolojik görüşlerini ortaya koyan şiirler ister. Pasternak, Stalin için iki şiir yazar ama bunlar hükümet tarafından yetersiz bulununca, 1936-43 yılları arasında kitaplarını yayımlaması engellenir. Pasternak ile hükümet arasındaki kırılma noktası ise devrimin kara yüzünü gösteren Doktor Jivago romanıdır. Hükümetin karşı çıkması nedeniyle roman Rusya’da basılamaz. İtalya ve İngiltere’de yayınlanması, 1958 yılında Nobel’i getirir ama Pasternak ödülü reddetmek zorunda kalır. Doktor Jivago’nun, Rusya’da yayımlanması 1988 yılını bulacaktır.

Durgun Don ve Uyandırılmış Toprak

Sosyalist gerçekçi çizgide romanlar yazan Şolohov’un Durgun Don ve Nobel ödüllü Uyandırılmış Toprak romanları devrime destek vermekle birlikte, köylerde toprak mülkiyetini sona erdiren kolektifleştirme döneminde yaşanan sefalet, kıyımlar ve haksızlıkları anlatır. Şolohov, köylülere yapılan işkenceleri ise romanına koymak yerine Stalin’e bir mektupla bildirerek, “âdeta onu tehdit etmiştir”.

Ostrovski’nin, çarlık dönemindeki çok büyük zorluklarla dolu yaşamını yansıttığı Ve Çeliğe Su Verildi romanı, sosyalist bilincin kitlelerde yerleşmesine katkı sağlar. Ama romanın sıradan bir propaganda kitabı olmanın ötesine geçtiğinin kanıtı, Andre Gide’in övgüleridir.

Radyo ve televizyonun henüz varolmadığı, yüzde 70-80 oranında okumaz- yazmaz bulunan ülkede, geniş kitlelere ulaşmak için sessiz sinema kullanılır. “Sinema başrole geçer. Sovyet sessiz sineması, zaman içinde büyük bir güce sahip olur.”

Potemkin Zırhlısı 

Lenin, “Sinemayı kitleler üzerinde bir silah olarak kullanır.” Ama Lenin, seyirciyi duygusal yönden etkileyen filmleri istemez, “Burjuva ahlakını ve burjuva fikirlerini içeren filmlerden özellikle uzak durulması gerektiğini savunur.” Bunun sonucu, sinema devletin tekelinde kalır ve filmlerin içerikleri denetlenir.

Bu dönemin en önemli yönetmenlerinden Ayzenştayn’ın 1925 yılında çektiği “Potemkin Zırhlısı” , sadece “Sovyet sinema tarihinin en önemli filmi” olmakla kalmaz, dünya sinema tarihine de geçer. 1905’te yoksulluktan, açlıktan perişan kitlelerin Çar II. Nikolay aleyhine gösterilerinin Kışlık Saray’a yönelmesi üzerine, ayaklanan silahsız halka ateş açılır ve binden fazla kişi ölür.

Film, bu olaydan hemen sonra Potemkin Zırhlısı’nda subaylara karşı ayaklanan askerlerin gemiyi ele geçirmeleri ve isyanın, çarın askerleri tarafından bastırılmasını sarsıcı bir şekilde anlatarak sinema tarihindeki yerini almıştır.


RUSYA’DA EYLEMİN SANATLA BULUŞMASI 
Edebiyatta ve Sinemada Devrim
Editör: Gamze Öksüz
Çeviribilim Yayınları
2014, 202 sayfa, 15 TL.

Radikal Kitap 

Kitch/Picasso/Manet..diğerleri... 


Picasso’nun ünlü Avignonlu Kadınlar tablosu, 1907 yılında büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açar; Matisse tablo karşısında öfkelenir, “resmin modern hareketlerle dalga geçen sinir bozucu” ve “küstah bir şaka” olduğunu söyler. Oysa tablo, sanat tarihinde yeni bir dönemin, kübizmin başlangıcıdır.  

Picasso tepkiler üzerine, tam istediği gibi olmadığını düşündüğü tuvali stüdyosunda bir köşeye kaldırır, ancak otuz yıl sonra halka açık olarak sergiler. Günümüzde bu tablo, Picasso’nun standartlarının altında görülse de, bir sanat eseri olarak onu önemli kılan, “öngördükleri”; getirdiği yeniliklerle geleceği okumasıdır. 


AĞLAYAN ÇOCUK

Keman Çalan Kadın adlı, sahilde keman çalan, zayıf, çıplak, uzun bacaklı kadını tasvir eden resim ise tipik bir kitchtir. Tıpkı 80’ler ve 90’larda Türkiye’de adım başı rastladığımız Ağlayan Çocuk resmi gibi. Thomas Kulka, Kitch ve Sanat adlı kitabında ,“Sanat nedir, kitch nedir?” sorusuna, kitchin tartışmasız bir tanımını yaparak karşılık vermeye çalışıyor. 

Kulka, Hermann Broch’tan alıntılayarak, kitchin kesinlikle “kötü sanat” olmadığı görüşünde. Kitch, “sanatın antitezi”… Kulka, bazı konu ve nesnelerin kitche daha uygun olduğuna dikkat çekiyor: “Küçük yavru köpekler, gözü yaşlı çocuklar, kucağında bebeği ile anneler, arkasından güneşin battığı palmiyeli sahiller, neşeli dilenciler, mutsuz palyoçalar…” 

En önemli özellikleri, “duygusal açıdan oldukça yoğun olmaları”, “yeni ihtiyaçlar ya da beklentiler yaratmadan, sadece var olanları doyurmaları”. 

MANET NEDEN KİTCH DEĞİL? 

Kitch bir ürün, “hiç çaba sarfetmeden tanınabilir” ve “yorumlanması mümkün mertebe zahmetsizdir”. “Kitch kafa karıştırıcı değildir ve olamaz.”  

Kulka bu noktada, “...güzel ya da yüksek duygusal yoğunlukta olduğu düşünülen saygın sanat eserlerini kitchten ayıran nedir?” sorusunu yöneltiyor ve örnek olarak Eduard Manet’nin Un bar aux Folies Bergère tablosunu ele alıyor. Kulka, bu tablonun konusunun hemen ve çaba sarfetmeden anlaşılabildiğini belirtiyor. “Peki, bu durumda, bu resmi kitche karşı güvenlikli bölgede tutan ne?” diye soruyor: “Konu, bizim deneyimimizden daha üstün bir şekilde sunulmuş. Buradaki temel nokta, ‘resmin gerçek çevreyi daha değerli kılabiliyor olması.’ Sanatçı, tasvir ettiği nesneyi öyle bir biçimde dönüştürür ki, tablo, daha önce fark etmediğimiz ya da hissetmediğimiz bir şeyleri harekete geçirir.” 

OSCAR WİLDE 

Sanat, kitchten farklı olarak, insanı zihinsel ve duygusal olarak zenginleştirirken, görülmeyenleri de görünür hale getiriyor. Oscar Wilde’in, empresyonistler resmedinceye kadar Londra’nın sisini görmedikleri şeklindeki sözleri, sanatın dünyaya dair, insan zihninde meydana getirdiği “devrimler”i çok iyi tanımlıyor. Kitch, üretimin kitleselleşmesinin bir sonucu olarak kabul ediliyor. Sanat karşısında hem kolay anlaşılabilir, hem ucuza alınabilir… “Kitchin tuhaflığı, şüphesiz, hitap gücünden geliyor. İnsanlar kitchi seviyor, en azından çoğu seviyor. Ticari olarak kitch, ciddi sanatla başarılı bir biçimde rekabet ediyor. Reklam ajansları kitchin kitlelere hitap etme gücünü, ürünleri pazarlamakta kullandı tıpkı politik partilerin ideolojilerini pazarlamak için yaptıkları gibi.” 


DÜNYAYI ELE GEÇİRDİ 

Yazar, Jacques Sternberg’in, “Kitch dünyayı çoktan ele geçirmiştir. Eğer Marslılar dünyaya şöyle bir baksalardı muhtemelen onu kitch olarak yeniden adlandırırlardı” sözlerini aktararak, kitchin egemenliğini dile getirir. 

Kitchin, “sanatmış taklidi yapan bir sahtekâr” olduğunu ifade eden Kulka, edebiyattaki kitchin ürettiği boşluğun tanımını da şöyle yapıyor: 

“Kitch yorum gerektirmez. Dolayısıyla kitch edebiyatın dilinin yeterince basit, anlatım stilinin de gelenekçi olması gerekiyor. Görsel sanatlardaki kitch gibi, edebiyatta kitch de genellikle oldukça açık, hayal gücüne hiç gerek yok. (…) Kitch romanları okuyarak ufkumuzu genişletmenin ya da varoluşa dair gerçek bir iç görüye sahip olmamızın söz konusu olmadığı ortada. Gerçek edebiyattan farklı olarak kitch, duyarlılıklarımızı yoğunlaştırmıyor ya da daha rafine ayrımlar yapabilmemize yardımcı olmuyor. (…) Yarattığı duygu taklidi, o duyguyu hissetme kapasitemizi erozyona uğratır.” 


KITCH VE SANAT 
Thomas Kulka 
Çeviren: Gonca Gülbey 
Altıkırkbeş Yayın 
2014, 174 sayfa, 17,5 TL. 

Radikal Kitap