Translate

30 Haziran 2011 Perşembe

Cemal Süreya Adından Neden Harf Atar?..


Muzaffer İlhan Erdost 1958 yılında Pazar Postası’ndaki bir yazısında, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Orhan Duru ile tanışıklıklarından manzaralar anlatır ki, aynı dönemde, aynı fakülteye sanki şiir yarışması yapılarak öğrenci alınmıştır:

“CEMAL UZUN BOYLU”

“Elbiselerimle birlikte fakültede yeni yeni arkadaşlar başlıyor… Orhan Duru ve Seyfettin Başçıllar. (…) Gene şiir.. Ama divan şiiri okuyacağız. Seyfettin Başçıllar’la Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin salonunda oturuyoruz. Yanımızda Sezai Karakoç var sanıyorum… Bir şiirinden dolayı Cemal Süreya’yla tanışıyoruz… İkimiz de mahcubuz, çekingeniz… Ama ikimiz de bu mahcupluğumuzun, çekingenliğimizin altında kendimizi gizliyor gibiyiz ya da gizliyoruz… Cemal uzun boylu… Belki benden de uzun… Ne var ki insan bir şiirinden dolayı kolayca unutuluyor…

“CEMAL GÜZEL ŞİİR OKUYOR AMA KISA BOYLU ARTIK”

“Bahar başlarken o bir ara İskender Fikret’in çıkardığı XX. Asır’ın bir sayısında Cemal’in, Sezai’nin, benim şiirlerim yayınlandı. O zaman bir kere daha tanıştık.. Bu kere kısa boylu, küçük yapılı. Şaşırıyorum. Bir gece Lüks Pastahanede hep şiir okuyor. Güzel de okuyor.. Ama ben zaman zaman ipin ucunu kaçırıp çayların parasını kimin vereceğini hesap ediyorum. Başka zaman Samanpazarı’ndan Opera’ya kadar hep şiir üzerinde konuşuyoruz. Sanki eskiden beri kafamızda yerleşmiş kanılarımızı söylüyor gibiyiz. Ama ikimiz de o anda düşünüyor, o anda buluyoruz. Cemal’in bazı acaip aşkları var, onları anlatıyor…

“HARF ATMIŞ ADINDAN”

“Öyle davranışları oluyor ki, ben o havaya giremiyorum. Hatta bir mektubunda adının bir harfini attığını yazıyordu. Bir arkadaşıyla bahse girmiş. Kaybetmiş ve sözünde durmuş, adının bir harfini atmış… ‘Süreyya’ değil de ‘Süreya’… Cemal’in adı ve mantığı böyle işliyordu. Elinde Max Jacop’un şiir kitabı, elinde Prevert’in şiir kitabı..”

(İkinci Yeni Yazıları, Muzaffer İlhan Erdost, Onur Yayınları)

Orhan Veli’yi En Çok Eleştiren Şair?..


Orhan Veli, kimimize göre “büyük şair” olabilir ama Cemal Süreya onu şair gözüyle hiç de öyle görmemiş. 

Türkiye’deki değişim ve dönüşüm şiirde her zaman yankılandı...
Önemli yansımalardan  ilki, 1941’de “Garip”te Orhan Veli’nin yanısıra Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın “Birinci Yeni”si ise, “İkinci Yeni” şairlerin toplumdaki dönüşüme tuttuğu ikinci önemli aynaydı. 

Cemal Süreya da ikinci grupta yeralan bir şair olarak, Orhan Veli’nin hakkını teslim etmekle birlikte yer yer onu küçümsemekten kaçınmaz.

“ORHAN VELİ ŞİİRİ SİVİLLEŞTİRDİ”

“Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz. (…) Türk şiirinin kavgasını kazandı. Kendi şiirinin kavgasını kaybetti. Öyle sanıyorum ki hepimizin onun serüveninden alacağımız büyük dersler var.” sözleri, Cemal Süreya tarafından Orhan Veli için söylenmiştir. 

C.Süreya’nın, Orhan Veli’nin şiirine eleştirilerine yönelttiği eleştiriler ise, şiirde yenilik ya da yenileşme ararken ya da kurarken, neye dikkat edilmesi gerektiğini de ortaya koyduğu için önemlidir:

“ASIL ŞİİRİNİ YAZAMADI”

“-Orhan Veli, büyük kavgasını sürdürürken eski sanata karşı cevaplarını yazılarında değil, hep şiirlerinde vermek istedi; başka türlü söylersek, yeni bir şair ne olmalıysa onun değil, eski şiir ne değilse onun çevresinde dolanmaya başladı. Bu onu sınırladı. Tam anlamıyla özgür olmasını daha ilk noktada engelledi. Bu yüzden yeni bir sanatın gizli, el değmedik olanaklarını kazanmaya pek fırsat bulamadı. Oysa yeni şiir, eski şiirin tersi değil, çok daha başka birşeydi. (…) Orhan Veli bu yola giremedi, asıl şiirini yazamadı."

“BÜTÜN GEMİLERİ YAKMANIN NEŞESİ”

“-Orhan Veli, şiirlerinde eski şiirle o kadar uğraştı ki, kendi sanatının estetik yönüyle ilgilenmeye pek vakit bulamadı. Oktay Rıfat’la Melih Cevdet Anday’ın Orhan Veli’nin ölümüne yakın zamanlardaki şiirleri de öyledir. Bütün gemileri yakmanın neşesi içindedirler ama, bir yetinme duygusunu yaşadıkları, ötesini pek fazla düşünmedikleri de anlaşılmaktadır"

“KENDİ GELİŞİMİNİ ÖZGÜR BIRAKMADI”

“-Mısra yok, ölçü yok, müzik yok, imge yok, güzel yok, kafiye yok, metafizik yok, dram yok. Ve bunlar eski şiirde var diye yok. Üstelik o sırada yardımcı malzemeye çok ihtiyacı olan Orhan Veli’nin şiir-ötesi alanlardan da yararlanmak istemediğini görüyoruz. Tarihsel, toplumsal verilerle, felsefeyle, coğrafyayla da ilgilenmiyor hiç. İşe sıfırdan başlamak istiyor. Bu sıfırdan çok şey doğabilirdi. Ama kendi gelişimini özgür bırakmak, bu arada bütün malzemeyi, bütün şiirsel durumları kendine koşullandırmak suretiyle…"

“AFACAN ŞİİRLER”

“-Oysa Orhan Veli halk gibi, hatta ‘halk olarak’ yazılan bir şiirin peşindeydi. ‘Halk için, halk tarafından.’ Bence çıkışındaki biçim başkaldırması bu amacını zararlandırıyordu. Garip’teki afacan şiirlerin sonra sonra Yaprak’taki toplumsal yergi şiirlerine dönüşmesi belki de bu çelişkinin giderilmesi için atılınmış bir serüvenin sonucu oluyor. 

(Şapkam Çiçekli Dolu, Toplu Yazılar I, Cemal Süreya, YKY Yayınları)

Orhan Veli, Tanpınar’a ve Haşim’e Karşı…..


Cemal Süreya, Orhan Veli’nin şiir anlayışını eleştirirken, sürekli olarak “eski şiir”i eğlence vasıtası olarak kullandığını dile getirir. Orhan Veli’nin, 1941’de “Garip” ile yola çıkarken “yeni şiir”inde alaya aldığı “eski şiir”in temsilcileri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar ile Ahmet Haşim de vardır.

Cemal Süreya, Orhan Veli’nin bu yanını şu sözlerle dile gerir:

“Aslında Orhan Veli’nin bütün şiirleri eski şiire birer yergidir desek yeri. Ama  ters yönden de olsa yine eski şiirden çıkar bunlar. Bu yüzden iyice formalist bir yapıları vardır. Güzelliklerini, değerlerini, hiç değilse tuhaflıklarını yüzde yüz eski şiirden alırlar. Sözgelimi ‘Kitabe-i Seng-i Mezar’ların varlık gerekçesi eski şiirlerin genel tutumuna bağlanır: ‘Lapinaların en harelisi’, Ahmet Hamdi’nin ‘Minarelerin en ilahisi’ mısaraı ile eğlenmektedir: ‘Rakı şişesinde balık olsam’, 'Göllerde bu dem bir kamış olsam’ı (Ahmet Haşim) yıpratır. Bu konuda dolaylı, dolaysız örnekleri istediğimiz kadar genişletebiliriz. Orhan Veli’nin hemen hemen bütün şiirlerinde böyle bir tutum görüyoruz.”

***

TANPINAR’IN ŞİİRİ

Orhan Veli’nin hedef aldığı Tanpınar’ın, “Minarelerin en ilahisi” dizesinin yeraldığı şiiri ünlü “Bursa’da Zaman” dır.

BURSA’DA ZAMAN
Bursa’da eski bir cami avlusu,
Mermer şadırvanda şakırdayan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar,
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinden gülüyor bana derinden.
Altı yüz çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili, göğün mavisi
Ve minârelerin en ilâhisi!..
Bir zafer çığlığı burda her isim;
Yekpâre bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın…
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir eski zaman vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası;
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer
Türbeler, câmiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin,
Sesi nabzım olmuş hengamelerin
Nakleder yâdını gelen, geçene.
Bu hayalde uyur Bursa, her gece;
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Bahar rüyasiyle bahçelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa’da zaman,
Yeşil Türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neş’esini
Aydınlanmış buldum tebessümünle,
İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde… Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk.
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm, bu tılsımlı ebediyette
Belki de rüyası, büyük cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin!

****

ORHAN VELİ’NİN TANPINAR’A ŞİİRLE KARŞILIĞI 

Orhan Veli, Tanpınar’ın “Minarelerin en ilahisi” dizesine,
Denizi Özleyenler İçin” şiirinde karşılık verir:

DENİZİ ÖZLEYENLER İÇİN
Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
"Bakar bakar ağlarım."
Hatırlarım ilk görüşümü dünyayı,
Bir midye kabuğunun aralığından;
Suların yeşili,göklerin mavisi,
Lapinaların en harelisi...
Hala tuzlu akar kanım
İstiridyelerin kestiği yerden.
Neydi o deli gibi gidişimiz,
Bembeyaz köpüklerle, açıklara!
Köpükler ki fena kalpli değil,
Köpükler ki dudaklara benzer;
Köpükler ki insanlarla
Zinaları ayıp değil.
Gemiler gecer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler,damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret

****

AHMET HAŞİM’İN ŞİİRİ 

Orhan Veli’nin eğlendiği şiirlerinden biri olan Ahmet Haşim’in “Göllerinde bu dem kamış olsam” dizesinin geçtiği, “Bir Günün Sonunda Arzu” şiiridir.

BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU
Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i'lân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde semâ kavs-i mutalsam!

Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!

***

ORHAN VELİ’NİN HAŞİM’E ŞİİRLE KARŞILIĞI

Orhan Veli,  “Eskiler Alıyorum” şiirinin sonuna, “Rakı şişesinde balık olsam” dizesini ekleyerek Haşim'e karşılık verir.

ESKİLER ALIYORUM 
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum.

Bir de rakı şişesinde balık olsam

(Şapkam Çiçekli Dolu, Toplu Yazılar I, Cemal Süreya, YKY Yayınları)
(Bütün Şiirleri, Orhan Veli Kanık, YKY Yayınları)
(Bütün Şiirleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları)
(Bütün Şiirleri, Ahmet Haşim, Dergah Yayınları)



24 Haziran 2011 Cuma

Şiiri Besleyen “Yeni İnsan”…


Shakespeare’in dizelerini Türkçe’ye kazandıran Sabahattin Eyüboğlu, 1930’ların Türk şiiri için önemli bir dönüm noktası olduğu görüşündedir. Bunun nedenini, Avrupa şiirinde bir asırdır varolan “yaşama sevinci” temasının Türk şiirinde de o tarihlerde görülmeye başlamasına bağlar. 

Birleşik kaplar misali, bu temanın şiirde görülmesinin nedeni ise, “yeni insan”dır. Şiir, “yeni insanı” keşfetmiştir ve bir çağlayan gibi bunu anlatma telaşındadır!.. Daha sonraki gelişmeler, Türk şiirindeki şahlanışın, Eyüboğlu tarafından çok önceden görüldüğünü ortaya koymuştur.

İLK “YENİ ŞİİR”LER

Eyüboğlu’nun yazısında dizelerine yer verdiği şairler bile uzak görüşlülüğünün kanıtıdır:

“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında”
(A.Hamdi Tanpınar)

**
“Düşünmeden sevdiğimiz bir anda
Birdenbire başlayan gökyüzü”
(Oktay Rifat)
**
“Rabbim bir göz verdin ki bizlere
Rahatlatır kalbimiz her an yeniliğinden
O kadar sade, aydınlık, sonsuz,
O kadar kendiliğinden”
(F.H.Dağlarca)
**
“Yaşamak ne güzel şey, Tarantababu!”
(N.Hikmet)
**
“Deli eder insanı bu dünya,
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.”
(O.V.Kanık)
**

“BEREKETLİ ŞİİR”

Eyüboğlu, 1936 yılında bu satırları yazarken, Türk şiirinin iyi yolda olduğundan o kadar emindir ki, yapılan eleştirilere karşı çıkarak, gönülden “yeni şiir”i savunur:

“Yeni şiirde görülen düzensizlikleri, aykırılıkları, cüretkarlıkları körü körüne bir yenilik arzusuyla açıklamak yanlış olsa gerektir. Bunlar bir hastalık belirtisi değil, bir sağlık belirtisi gibi görünüyor. Türk şiiri belki hiçbir tarihte son yıllardaki kadar bereketli olmamıştır. Bahar ve güneş türküleri içinde gelişen bu bereket belki olgun meyveler vermemiştir. Yeni şiirler büyük bir destanın parça parça müsveddelerini andırıyor.”

“YENİ ŞİİR” NASIL DOĞAR?

Eyüboğlu, “Yaşamak ne güzel şey” duygusunun hayat kadar eski olduğunu ama bunun “bağımsız bir tema” olarak edebiyata girmesinin yeni olduğunu anlatır:

“İnsanda nice duygular vardır ki edebiyata girebilmek için asırlarca beklemişlerdir. Çünkü edebiyata, duyulan şeylerden çok düşünülen şeyler girer. Düşünülen şeylerse, birtakım kalıplara girmeye, bir dünya görüşüne bağlanmaya mecburdur. ‘Her şey söylenmiştir’ sözü çok aldatıcıdır, her şey söylenmemiştir; ama aynı düşünce ile söylenmiş iki söz var mıdır? (…) Yaşamak sevinci evvelce şiire ancak başka temaların tali bir unsuru olarak girebiliyordu. Yani şair, hayatı herhangi bir düşünce veya bir duygu dolayısıyla güzel görürdü; tabiat bir ruh halinin aynası veya dekoru olarak değer kazanırdı.(…) Yeni şiirlerde ise hayat mutlak bir güzellik, kendi kendine yeten bir mutluluk olmuş eski elbiselerinden soyunmuştur. Tabiatla insan ruhu bu şiirlerde uzun ayrılıklardan sonra kavuşmuş gibidir.”

“Yeni şiir” in doğuşu, Eyüboğlu’nun sözleriyle, divan şiirinin “beylik güzellikler ve zevklere” yer veren yapaylığının yerini, gözlem ve gerçek duyguların almasıyla gerçekleşir. Buna göre, bir dildeki şiir, o ülke insanlarının barometresi sayılabilir. İnsana, doğaya nasıl bakılıyor, algılanıyor ya da bunların hiçbirini tam anlamıyla yapamıyor… 

Uzun zamandır Türk şiirinin darmadağınık olması bu barometreye bakarak nasıl açıklanır acaba?


(Eleştiri Yazıları, Derleyen Memet Fuat, Adam Yayınları)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Edip Cansever’in "Masa"sının Şaşırtıcı Hikayesi!..


Edip Cansever’in en ünlü şiirlerinden biri olan “Masa Da Masaymış Ha…”; şiirde, duygu ve düşüncenin nasıl hemhal olabileceğinin en güzel örneklerinden biridir. Sayfalar dolusu düz yazıyla anlatılabilecek “masa”nın hikayesini, o, kendine özgü şiir dili ve kurgusuyla gözlerimizin önüne bir tablo olarak getirir… Bir kez daha hatırlamak için:
**

“MASA DA MASAYMIŞ HA…

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
**
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
**
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adım koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
**
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu

(Sonrası Kalır I, Bütün Şiirleri, Edip Cansever, YKY Yayınları)

16 Haziran 2011 Perşembe

Borges’den Bir Türk'ün Hikayesi

Arjantinli yazar, şair ve kütüphaneci Jorge Luis Borges, “Geçmişteki bir olayı değiştirebilme fikri”ni işleyen “Bekleyiş” adlı öyküsündeki hikayenin gerçekte bir Türk'ün başından geçtiğini ama Türkleri tanımadığının anlaşılmaması için kahramanı, İtalyan olarak yazdığını söyler. Richard Burgin’in kendisiyle yaptığı şöyleşide bu konudaki bir soru üzerine, Borges bu ilginç olayın aslını şu şekilde anlatır:
                                                      
“Evet, ama oradaki gerçekten olmuş bir olay. Hikayenin kendisi, hayır, hayır, adamın en sonunda neler hissettiğini hatırlamıyorum ama saklanıp da uzun süre sonra ortaya çıkan bir adamın hikayesi, gerçekten olmuş bir olay. Yanılmıyorsam adam Türk'müş, üstelik
düşmanları da Türk'müş.   

"Onu Türk olarak yazsam, okurların, benim Türkler hakkında çok az şey bildiğimi, bilmediğim konularda yazdığım hissine kapılacaklarını düşündüm. O yüzden adamı İtalyan yaptım, ne de olsa Buenos Aires’te hemen hemen herkes biraz İtalyandır veya İtalyan hakkında birşeyler bilir. İtalyan gizli cemiyetleri de varolduğundan, hikayedeki olayı değiştirmeme hiç gerek kalmadı. Gerçekte geçtiği Türk-Mısır dekoruna oturtsaydım, okur benden iyice şüphelenecekti.  ‘İşte Borges, Türkler hakkında hiçbir şey bilmeden, onlar üzerine yazıyor.’ diyeceklerdi. İtalyanlar üzerine yazdığım zaman, kapı komşularımdan sözetmiş oluyorum halbuki. Buenos Aires’teki herkes az çok İtalyan olduğundan,  İtalyan kanı taşımayan ben, kendimi sanki gerçek bir Arjantinli değilmişim gibi hissediyorum. Bir yabancı gibi.”


(Borges ile Söyleşi, Richard Burgin, Mitos Yayınları)