Translate

22 Ocak 2012 Pazar

Halit Ziya Uşaklıgil’in Abdülhamit’le Sıkıntılı Görüşmesi…

Halit Ziya Uşaklıgil, Osmanlı aydınlarının birçoğu gibi iyi eğitim alması ve yabancı dil bilmesi nedeniyle, sadece edebi eserler yazmakla yetinmemiş, aynı zamanda diplomat ve Osmanlı bürokratı olarak da görev yapmıştı. 

Halit Ziya, 33 yıllık saltanatından 31 Mart 1908 olayları üzerine tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamit’ten sonra padişah olan Sultan Reşat döneminde, bugünün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği makamına denk kabul edilebilecek olan sarayda dört yıl Mabeyn Başkatipliği yapar. 1908’de meşrutiyetin ilanıyla birlikte, sarayın yetkilerini Meclis ile paylaştığı bu dönemde başlayan Halit Ziya’nin görevi 1912 yılına kadar sürer. 


Halit Ziya'nın, “Saray ve Ötesi” adlı anı kitabında anlattıkları, hem saray yaşantısının bilinmeyen yanlarına, hem de devrik padişah II. Abdülhamit, Sultan Reşat, veliaht Vahdettin, İttihat ve Terakki'nin liderlerinden Enver Paşa başta olmak üzere birçok tarihi isme ışık tutmaktadır.

ABDÜLMECİD'İN DÖRT PADİŞAH OĞLU

Abdülhamit’in Yıldız'dan koca imparatorluğu yönetmesine karşılık, babası gibi Dolmabahçe’yi tercih eden Sultan Reşat tahta çıktıktan sonra hanedan üyeleri, bağlılıklarını bildirmek üzere ziyaretine gelirler ancak devrik padişah Abdülhamit’in iki oğlu dışındaki oğulları ve sultan kızları hariç. 

Halit Ziya, Sultan Abdülmecid’in, anneleri ayrı olan dört oğlundan (V.Murat, II.Abdülhamit, Reşat, Vahdettin)  biri olan Reşat’ın, kendisini 33 sene bir tür hapis hayatına mahkum eden Abdülhamit’e yaklaşımını şu sözlerle dile getirir. 

Abdülhamit’ten bahsederken ya birader der yahut o gün eğer uykusundan vaktiyle kendisine çektirdiği ezaların intikamını almak isteyen bir ruhi halet içinde uyanmışsa, bir küçük kahkaha arasında hakan-ı mahlu (devrik hakan) derdi."
 
SULTAN REŞAT'TAN HALİT ZİYA'YA GÖREV..

Sultan Reşat, birgün başkatip Halit Ziya’ya Abdülhamit’in çocuklarını kendisi adına ziyaret edip, bir ihtiyaçları olup olmadığını sormasını ister:

“…Biraderin çocukları bizi görmek istemediler; fakat bize onları aramak yakışır. Ne kadar olsa mahzundurlar (üzüntülüdürler) ve bizden hal ve hatır sorulmasını beklerler. Belki de bir talepleri, bir ihtiyaçları vardır. Bugünden başlasanız… Her gün kullandığınız arabadan daha mükellef (gösterişli) bir araba hazırlatır ve yanınıza sultanlar için haremağası, mesela musahiplerden (padişahın özel maiyeti) ya Enver Ağa’yı ve Hıfzı Ağa’yı, efendiler için de münasip göreceğiniz bir zatı yahut sadece bir odacıyı alırsınız. Bunları semt itibariyle değil, yaş sırası ile görmek ve tarafımızdan selam götürerek bir arzuları olup olmadığını sormak pek uygun olur diye düşündüm.”

 ABDÜLHAMİT'İN OĞULLARI

Halit Ziya, Selim Efendi’den başlar; konağının üst katında ayakta kabul edilir, ziyaretin nedenini söyler ve sadece teşekkür edildiği karşılığını alır. Abdülkadir ve Ahmet Efendilere ziyaret de aynı şekilde gerçekleşir. 


Halit Ziya, Abdülhamit’in erkek evlatlarına yaptığı ziyaretle ilgili şu yorumu yapar:

“Belliydi ki hiçbir şeye muhtaç değillerdi, bunların hep konakları, arabaları, maiyetleri ve elbette babaları tarafından temin edilmiş geniş ölçüde gelirleri vardı. Zaten Yıldız’daki hususi dairelerinden çıkıp da ayrı ayrı konaklara yerleştikten sonra bağımsız ve rahat bir hayat kurmuş olan bu Abdülhamit evladı saltanat değişikliğinden maddi ve manevi ziyana uğramış görünmüyorlardı.”

Halit Ziya’nın, Abdülhamit’in bir başka oğlu Burhanettin Efendi ile görüşmesi diğerlerinden farklı geçer. Halit Ziya, bu ziyaret için, “…Nişantaşı’ndaki konağının salonunda karşı karşıya, iki ahbap teklifsizliğiyle otururken bir sıkıntı duymadım…” ifadesini kullanır.
 
ABDÜLHAMİT'İN KIZLARI

Halit Ziya, padişahın kendisine verdiği görevin zor kısmının sultanları ziyaret olduğunu dile getirir.

“Sultanların kocalarına karşı bile ne derecede tekebbür (kibirlenme) ve taazzumla (büyüklenmeyle) davrandıkları hakkında öteden beri işitilmiş hikayelerin tesiri altında idim. Bunlarla velev ayakta, velev beş dakika karşı karşıya bir mülakat mümkün olmayacağını tahmin ediyordum. (…)

“Abdülhamit’in naz içinde büyütülmüş sultanları, adeta türedi bir hünkar mesabesinde (değerinde) gördükleri amcaları tarafından gelen bir memuru kim bilir ne mesabesinde algılamış olacaklardı ki kimi hasta olduğundan, kimi çıkacak halde bulunmadığından, bir harem ağası vasıtası ile, bahsederek özür dilediler. Gösterdikleri itizar sebepleri muhtelif olmakla beraber bir noktada ittifak ediyorlar ve teşekkürle beraber hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını söylüyorlardı. Hakikaten, hiçbir şeye ihtiyaçları olamazdı, babaları erkek evladını düşündüğü kadar, belki daha büyük bir ölçüde kız evladını düşünmüştü.”

DEVRİK PADİŞAH ABDÜLHAMİT'İ ZİYARET

İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirilen II. Abdülhamit, Selanik’te ikamete zorunlu tutulmuştur. Sultan Reşat, Selanik’e ziyareti sırasında gemiden inmeden önce saray başkatibi Halit Ziya’yı Abdülhamit’e göndererek nezaketen iznini almak ister ve Halit Ziya, kendisine sıkıntı veren bu ziyaret için yola çıkar; çünkü Halit Ziya da, Abdülhamit’in saltanatı dönemindeki ihbar örgütünden zarar görmüş aydınlardan biridir. 

Halit Ziya, “Sanskrit Edebiyatı Tarihi” isimli çalışması nedeniyle Abdülhamit döneminde sorguya çekilmiştir.

HALİT ZİYA'NIN HEYACANI..

Halit Ziya, Sultan Reşat’ın temsilcisi olarak Selanik’te Abdülhamit’i ziyarete giderken oldukça heyecanlı olduğunu anlatır:

“İtiraf ederim ki kendimi heyecandan alıkoyamadım. Bütün çocukluğum, gençliğim onun korkusu ile, onun hayali etrafında uçan tehlikeler, muhataralar (korkular) gölgeleriyle geçmiş, bu adamın ismini öyle korkunç rivayetler kuşatmış idi ki onun ne zaman namı anılsa herkes gibi benim de vücudumda bir ürperme hasıl olurdu.(…)
“O zaman geçmişti, şimdi onun makamında yumuşak huylu, daima iyilik düşünen, daima etrafını kendisinden memnun etmek isteyen bir padişah (Reşat) vardı; ben de senelerden beri onun en yakınında bulunuyordum, her gün sabahtan akşama kadar onu on kere, belki daha ziyade görüyordum. (…) 

"Bir devrik padişahı görmek beni hiç heyecana düşürmemeliydi; fakat işte asıl bunun için, sade onun isminden kalan hatıralar için değil, bütün memleketi otuz üç sene heybetinden titretmiş iken bugün Selanik’in şu küçük köşkünde mahbus hayatı yaşayan, şehriyar-ı alitebar (asil soylu sultan), padişah-ı alempenah (alemin koruyucusu padişah) diye anılırken şimdi kendisine hitap edilecek nazik bir unvan bulmakta zorluk çekilen bir adam olduğu içindir ki bu heyecanı duyuyordum.”

ABDÜLHAMİT ŞAŞIRTIR…

Halit Ziya, köşke gelince şaşırtıcı bir durumla karşılaşır; Abdülhamit’in kendisini, kabul odasında karşılayacağını umarken, Abdülhamit, köşkün merdivenlerinde, ayakta, Halit Ziya’yı beklemektedir.

“Bundan ne kendime ne yanımdakilere bir hisse çıkarılamazdı, elbette… Hanedanın daima son derece dikkatle tatbik ettikleri hürmet kaidesi gereğine uyarak dün tahttan inen padişah bugün tahtı işgal eden padişaha, onun namına gelen zata karşı fakat manası tamamıyla gelene değil, gönderene ait nazikane karşılama yapmaya lüzum görmüştü.”

ABDÜLHAMİT'İN GÖZLERİ

Halit Ziya, eğilerek saygıyla selamlar Abdülhamit’i ve önde Abdülhamit arkada Halit Ziya köşke girerler. Abdülhamit, sade döşenmiş sofada, eliyle işaret ederek sağ yanı başında bir koltuğa Halit Ziya’yı oturtur ve görüşmeleri burada gerçekleşir. 

Halit Ziya, ilk defa karşı karşıya geldiği Abdülhamit ile ilgili izlenimlerini şu sözlerle aktarır:

“O hiç zannettiğim şekilde değildi. Ben kendisini çirkince, esmerce, gayet çukur siyah gözlü farz ederdim, hiç öyle değildi. Çirkin olmaktan ziyade güzelliğe yakın bir çehresi ve beyaz, belki de pembe bir teni vardı. (…) Saçını sakalını boyamak adetinden burada da vazgeçmemiş olan Abdülhamit o kadar beceriksizlikle boyanmış idi ki sakalından ceketinin yakalarına boya lekeleri yayılmıştı. Elbisesi de hazırcılardan alınmış, adi, açıkça renkte bir kumaştandı. Onun Yıldız’da büyükçe bir esvap odası vardı ki tavandan döşemesine kadar tıklım tıkız giysi ile dolu idi. Yıldız Sarayı Hazine-i Hassa’ya geçtikten sonra Hünkar’ın (Reşat) emriyle bu nefis elbiselerden, çamaşırlardan sandıklar dolusu Harbiye Nezareti’ne gönderilmişti. Oradan Selanik’e gönderilecekti. Gönderilmedi mi, yoksa kendisi bu eski hatıraları taşımaktan ise böyle adi giyinmeye üstün mü baktı; bilmiyorum.”

(Saray ve Ötesi, Halit Ziya Uşaklıgil, Özgür Yayınları)

13 Ocak 2012 Cuma

Oscar Wilde, “Dorian Gray"i Neden Yazdı?


Ölümünden sonra Oscar Wilde ile ilgili anılarını yazan Andre Gide, Kuzey Fransa’daki cenazesine gidemediği için üzgündür ama oradaki tabloyu şu sözlerle aktarır:

Oscar Wilde Beaux-Arts sokağındaki sefil bir otelde öldü. Cenazeye yedi kişi katıldı; üstelik hepsi mezarlığa kadar gitmedi. Tabutun üzerine konan çiçekler, çelenkler arasında sadece birinin üzerinde yazı varmış; otel sahibinin gönderdiği çelengin üzerinde şu sözler yazılıymış: KİRACIMA.”

Wilde’ın hazin sonu ve hayatı birçok yazara konu oldu. 

Gide ise onunla ilk karşılaşmalarından son görüşmelerine kadar Wilde’da gözlemlediği değişimi ve onun yazar kişiliğini en güzel özetleyen yazar oldu.

“DEHAMI HAYATINA HARCADIM”…

Wilde’ın ünlü, “Ben bütün dehamı hayatına harcadım; eserlerime sadece yeteneğimi harcadım” sözlerini aktaran Gide, onun için, “Büyük bir yazar değildi ama kelimenin tam anlamıyla büyük bir hayat adamıydı. Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” yorumunu üzüntüyle aktarır.

Gide, hapse girmesinden önce Cezayir’de karşılaştığı Wilde’a, “Niçin daha iyi oyunlar yazmıyorsunuz? En güzel düşüncelerinizi konuşurken tüketiyorsunuz, niçin yazmıyorsunuz?” sorusunu yöneltir. 

Wilde’in cevabı kişiliğini en güzel özetidir:

İDDİA ÜZERİNE “DORİAN GRAY’İN PORTRESİ” …

“Tabii, oyunlarım hiç iyi değil! Ama ne kadar eğlenceli şeyler, bir bilseniz! Hemen hepsi, bir bahis sonucu yazıldı. Dorian Gray de öyle; dostlarımdan biri asla roman yazamayacağımı iddia ettiği için birkaç günde yazdım onu. Yazmak o kadar canımı sıkıyor ki! Hayatımın en büyük dramı nedir, biliyor musunuz? Ben bütün dehamı hayatına harcadım; eserlerime sadece yeteneğimi harcadım.”

 Gide, Wilde’in bu son sözlerinin gerçeği yansıttığını şu örneklerle anlatır:

“Söylediği fazlasıyla doğruydu. En iyi yazıları bile, parlak konuşmasının soluk bir yansımasıydı ancak. Onun konuşmasını duymuş olanlar, eserlerini okuyunca düşkırılığına uğrarlar.” 

"BÜTÜN LONDRA OYUNLARINA KOŞUYORDU!"

Gide, ilk kez 1891’de ününün zirvesindeki Wilde ile karşılaşmasını şu şekilde anlatır:

Wilde o sıralarda, Thackeray’in, ‘büyük adamların başlıca yeteneği’ diye tanımladığı şeye, sükseye sahipti. Hareketleriyle, bakışlarıyla her durumda ağırlığını koyardı. Sükse yapacağı o kadar kesindi ki, sanki başarısı Wilde’dan önde gidiyordu, ona sadece ilerlemek kalıyordu. Kitapları şaşkınlık ve beğeni yaratıyordu. Bütün Londra, oyunlarını görmeye koşuyordu. Zengindi; büyüktü; güzeldi; mutluluk ve iltifata boğulmuştu. (…) Ondan sözedildiğini ilk önce Mallarme’nin evinde duymuştum; sohbetini göklere çıkarıyorlardı; kendisini tanımayı istiyor, ama ummuyordum. Mutlu bir tesadüf, daha doğrusu bu isteğimden sözettiğim bir dostum sayesinde tanıdım. Wilde’ı bir restoranda yemeğe davet etmişlerdi. Dört kişiydik, ama tek konuşan Wilde olmuştu.Wilde sohbet etmezdi; anlatırdı. Hemen hemen bütün yemek boyunca durmadan anlattı. Tane tane, ağır ağır anlatıyordu; sesi olağanüstüydü. Fransızcayı son derece iyi biliyordu ama bekletmek istediği kelimeleri sanki biraz ararmış gibi yapıyordu. Aksanı yok gibiydi; sadece olmasını istediği kadar, zaman zaman kelimelere yeni ve garip bir hava verecek kadar aksanı vardı. (…)

WİLDE’IN TUHAF ALIŞKANLIKLARI!..

Wilde’ın süksesi arttıkça (Londra’da aynı anda üç tiyatroda birden oyunları sahneleniyordu) hakkındaki dedikodular da artıyor, tuhaf alışkanlıkları olduğu söyleniyordu. (…) Bu söylentileri hayretler içinde dinliyordum. Wilde’ı  tanıdığımdan beri beni şüphelendirecek en ufak bir şey görmemiştim. Ama çok sayıda eski dostu, temkinli davranıp onu terketmeye başlamıştı bile. Kendisini henüz açıkça inkar etmeseler de, Wilde’la tanışıklıklarından gururlanmıyorlardı.”

Gide’in, “tuhaf alışkanlıklar” olarak tanımladığı, Wilde’ın Lord Douglas ile ilişkisiydi. Ününün zirvesindeki Wilde, bu söylentilerin yayılmasıyla birlikte inişe geçer, hakkında açılan dava sonucunda 1895’te “büyük ahlaksızlık” suçu işlediği gerekçesiyle iki yıl hapse mahkum edilir. Hapisten çıktıktan sonra bambaşka bir Wilde vardır. Wilde, o günlerin ünlü tatil yeri Güney Fransa yerine, çoğu kimsenin adını bile bilmediği Kuzey Fransa’da küçük bir yerde yaşamaya başlar. 

"AYNI YORGUN BAKIŞLAR..."

O günlerde Gide, Wilde’ı ziyaret eder ve ilk izlenimlerini paylaşır:

Oscar Wilde hapisten çıkar çıkmaz Fransa’ya geldi. Dieppe yakınlarında koydu, küçük bir köye, Berneval’e, Sebastian Melmoth adında biri yerleşti; bu Wilde’dı. Fransız dostlarından onu son gören ben olduğum için, ilk gören de ben olmak istedim. Adresini öğrenir öğrenmez koştum. (…) Wilde nasıl olup da yaşamak için Berneval’i seçmişti? İç karartıcı bir yerdi. (…) Sebastian Melmoth eski Oscar Wilde’a o kadar benziyordu ki; Cezayir’deki zorlama lirik Wilde’a değil, buhrandan önceki tatlı Wilde’a. Sanki iki değil, dört-beş yıl öncesine gitmiştik; aynı yorgun bakışlar, aynı keyifli gülüş, aynı ses…”

"HAYATIM SANAT ESERİNE BENZER..."

 Gide, Wilde’a, hapse gireceğini bile bile Cezayir’den İngiltere’ye dönmesinin nedenini öğrenmek ister. 

Gide, “İngiltere’de sizi neyin beklediğini, aşağı yukarı biliyordunuz, tehlikeyi görüp üzerine gittiniz, değil mi?” diye sorar.
 
Wilde’ın cevabı tam kendine özgüdür:

“Ah, tabii, tabii. Bir felaket olacağını biliyordum, bu ya da başkası, bir felaket bekliyordum. Olayın böyle bitmesi gerekiyordu. Düşünün: Daha ileriye gitmek mümkün değildi; daha fazla da süremezdi. İşte bu yüzden bitmesi gerekiyordu. Hapis beni tamamen değiştirdi. Ben de bunu umuyordum. (…) Benim hayatım bir sanat eserine benzer; bir sanatçı asla aynı şeye iki kere girişmez; girişiyorsa ilkinde başarılı olamamış demektir. Benim hapisten önceki hayatım mümkün olan en büyük başarıya ulaşmıştı. Artık tamamlanmış, bitmiş bir şey o.”

RUS YAZARLARIN MERHAMETİ

Gide, Wilde’a, Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar’ını okuyup okumadığını sorar:

“Rus yazarları olağanüstü. Eserlerinin hep büyük eserler olmasının nedeni, merhamete çekinmeden yer vermiş olmalarıdır. Eskiden Madam Bovary’yi çok severdim; ama Flaubert eserinde merhamete yer vermedi, o yüzden eseri büyük bir eser olarak görünmez, kapalıdır; bir eser merhametle açılır, sonsuz bir görünüm kazanır… Biliyor musunuz, intihar etmeme merhamet engel oldu. (…) Siz merhametin ne kadar olağanüstü olduğunu anlamış mıydınız? Ben her gece merhameti bana öğrettiği için Tanrı’ya dua ediyorum – evet, diz çöküp şükrediyorum. Çünkü ben hapse taştan bir kalple girdim, tek düşüncem kendi keyfimdi. Oysa şimdi kalbim paramparça; merhamet girdi yüreğime; artık dünyadaki en büyük, en güzel şeyin merhamet olduğunu anladım… Bu yüzden de beni mahkum edenlere, hiç kimseye kızamıyorum, çünkü bütün bunları onların sayesinde öğrendim.”

Birkaç ay sonra Gide, Wilde ile Paris’te karşılaşır. Wilde yazmayı planladığı oyunu yazamamış, derbeder ve sefil bir hale gelmişti. Gide'e, “Bakın, bir şey söyleyeceğim; hiç param yok…” der Wilde ... Gide’in, neden oyunu yazmadığı sorusuna da “Zaten sille yemiş birine kızmamalısınız” karşılığını verir. Bu son görüşmeleri olur...


(Andre Gide’in önsüzü/ De Profundis, Oscar Wilde, Can Yayınları)

11 Ocak 2012 Çarşamba

Reşat Nuri Güntekin, Oğuz Atay ve Sonrası…


Eleştirmen Berna Moran, tarih boyunca edebiyat zevkinde ortaya çıkan değişimlerin toplum tarafından algılanıp algılanmamasını  değerlendirirken, Reşat Nuri Güntekin ile Oğuz Atay’ı karşılaştırır:

Reşat Nuri Güntekin kendi döneminin yazarıydı, örneğin. Okurun ‘beklentiler yelpazesi’ne cevap veren romanları, yazdığı yılların zevkine uygundu ve bundan ötürü de çok sevilen bir yazar olmuştu. Ama yenilikçi değildi, gelecek dönemlerde yeni beklentiler yaratacak yapıtlar vermedi. Buna karşılık romanları postmodern öğeler taşıyan Oğuz Atay, döneminin ilerisinde bir sanatçıydı ve bundan ötürü romanları 1970’lerin gerçekçi ve toplumcu yapıtlar bekleyen, karmaşık biçim oyunlarına kuşkuyla bakan okurunca pek anlaşılmadı. Diyebiliriz ki Oğuz Atay 1980 döneminin habercisiydi. Ne ki o dönemin gerçekçi yönteme bağlı, toplumculuğa sarılmış 12 Mart romanları da zamanla aşındılar, yeniliklerini yitirdiler.”

ROMANDA GERÇEKÇİLİKTEN KAÇIŞ…

Berna Moran, 12 Eylül 1980’den sonra yazarın toplumsal sorunlara eğilmesinin güçleştiğini, dış dünyayı, toplumu yansıtmanın ve bunun için gerçekçi yöntemi kullanmanın artık yazarları fazla ilgilendirmediğini belirtiyor. 

“Böylece toplumsal değişiklerle yazınsal gelişimler 1980’li yıllarda yeni arayışlara girişen yenilikçi (avant garde) yazarların Türk romanında köktenci bir değişiklik yaratmalarına neden oldu. Nazlı Eray’ın, Latife Tekin’in, Orhan Pamuk’un, Bilge Karasu’nun yapıtları ve Pınar Kür’ün son iki romanı daha önce Türkiye’de yazılmış romanlara hiç benzemiyordu. Bu romanlara postmodern romanlar demek mümkün ama postmodern kavramı kaypak ve anlamı tartışmalı olduğu için şimdilik bunların ortak özelliğini belirtmekle yetinelim. Sözünü ettiğimiz romanların ortak yanı, gerçekçilikten kaçıştır.

“Ancak şunu söylemek gerekir ki 1980 sonrası bu yeni roman, Türk yazarlarının yarattığı bir anlatı türü değildir; Batı’da ve Amerika’da 1960’larda ortaya çıkmış ve hızla yayılmıştı. Bundan ötürü yenilikçi Türk romanlarını anlamak için Batı’daki gelişmelere bakmak yararlı olacaktır.”

BALZAC VE TOLSTOY

Berna Moran, romanın zirve dönemi 19.yüzyılın iki büyük yazarının eserlerinden yola çıkarak o dönemi ve romana yansımasını şu şekilde anlatır:

“19.yüzyılın ikinci yarısında Balzac ve Tolstoy gibi yazarlarla doruğuna varmış olan klasik gerçekçi roman, materyalist, pozitivist ve iyimser bir dünya görüşünün mümkün kıldığı bir anlatı türüydü. Gerçekçilik, sağduyuya uygun birtakım varsayımlara dayanıyordu. İnanılıyordu ki dünya bilinebilir, betimlenebilir bir dünyadır ve dil bu dünyayı bize tanıtabilir, hakkında doğru bilgi verebilir, yani gerçek olanı kopya edebilir.”

“KLASİK ROMAN KOŞULLARI KALKTI”

Moran, gerçekçilik hakkında yerleşmiş bu görüşlerin geçerliliğinin, ilk önce 20.yüzyılın boşlarında, daha sonra ikinci kez 1960’larda sorgulandığına dikkat çekiyor.

“20.yüzyılın başlarında gerçekçi klasik romanı mümkün kılan koşullar, ortadan kalkmıştı. O yıllar belirsizlik, güvensizlik, karmaşıklık yılları olmuştu. Eski değerler kaybolmuş, gerçekçilik parçalanmış, toplumun ve yazarın paylaştığı doğru anlayışı, ahlaksal normlar silinmişti. Anlamını, ahengini, tutarlılığını yitirmiş, iyimserliğe pek yer bırakmayan bu yeni dünyada, kaybolan ahengi, anlamı ve tutarlılığı yarattıkları sanat yapıtlarında gerçekleştirmek yolunu seçtiler modernist yazarlar. Simgeler, imgeler, ritm gibi öğelerle, mitoslarla birtakım örüntüler kurarak anlamlı bir estetik bütün yaratmak çabasıydı bu.”

“GERÇEKÇİLİK İKİNCİ KEZ SARSILDI”

Berna Moran, gerçekçiliği belki de bir daha geri dönmemek üzere roman anlayışından uzaklaştıran ikinci sarsıntının batıda “postmodern dönem” diye adlandırılan 1960-70’lerde ortaya çıktığını ifade ediyor.

“Postmodern yazarlar gerçekliğe daha da köktenci bir şüpheyle bakıyor ve modernistlerin bu sorunu fazla basite indirgeyerek aslı olamayan bir umut ışığı tuttuklarına inanıyorlardı.”

Moran, “yapısal dil kuramı”nın, roman anlayışındaki köktenci değişiklikte büyük rol oynadığını belirterek, “Çünkü (bu kuram) dil ile anlam ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tersyüz etmişti.” yorumunu yapıyor. 

DİL NEDİR?

Moran, dilin anlamı ile ilgili anlayışı değiştiren yapısalcılığın getirdiği yenilikleri şu örneklerle dile getiriyor:

“Sağduyuya uygun, Saussure’den önceki dil anlayışına göre dil, varolan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış, düzene sokulmuş hazır bir dış dünya vardır ve bu gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre, dil, bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını köktenci biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi diyebiliriz. (…) Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütündür ve dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş, kaya veya maden ayrımı yoktur ama biz bütünü, taş sınıfı, kaya sınıfı, maden sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır hale sokarız. Bunu yapmasaydık zihnimiz karmakarışık bir duyumlar yığını olarak kalırdı.”

BORGES, MARQUEZ, CALVİNO…

Berna Moran, 19.yüzyıldan kalan görüşlerin inanılır olmaktan çıkmasıyla birlikte düzenli gerçekliğe uygun düşen klasik gerçekçi roman formunun bir yana bırakıldığını ve bu yazarların başında da Jorge Luis Borges, Gabriel Garcia Marquez, İtalo Calvino, John Barth, Kurt Vonnegut, Donald Barthelme gibi yazarların geldiğini ifade ediyor. Moran, yeni dil ve gerçeklik anlayışının romana nasıl yansıdığını da şu sözlerle dile getirir:

“Artık romanda kronolojik bir zaman akışı içinde gelişen, iyi hesaplanmış bir olay örgüsüne, her şeyi bilen bir anlatıcıya, kişiliklerine uygun davranan karakterlere, olayların neden-sonuç ilişkisini gözeterek sıralamasına ihtiyaç yoktu. Ne de dile saydam bir pencere gibi bakılabilirdi artık. Gerçekçi yazar anlattığı şeylerin kurmaca bir dünyada geçtiğini unutturmak ister okura. (…) Postmodernist yazar ise romanın gerçek dünyayı yansıtmayan bir sözcükler dünyası olduğunu açıkça belli eder okura. Postmodern roman denince akla gelen tek roman türü üstkurmaca değildir. Başka türler de vardır: bilim-kurgu, fantastik, büyülü gerçekçilik gibi. (…) Postmodernistler bu karmaşık, anlamsız çağdaş yaşam karşısında çözümü, modernistlerin yaptığı gibi, artistik tutarlılıkta, estetik bir bütün oluşturmakta bulmuyor. Onun için çeşitli türde metin parçalarını (gazete makalesi, ansiklopedi maddesi, şiir, reklam yazası vb.) biraraya getirdiklerini görüyoruz. Zaten postmodernist yazarlar yüzeyde oynamayı yeğlerler. Bundan ötürü çeşitli dünyalardan biraraya getirdikleri çeşitli imgelerin romanlarına bir karnaval görüntüsü verdiği söylenmiştir.”

(Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Cilt 3, Berna Moran, İletişim Yayınları)

Mevlana, Dede Efendi ve Tanpınar’da Ney...


Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında, Mevlevi Dede Efendi’nin Sultan II. Mahmud’un da katılımıyla ilk kez icra edilen Ferahfeza Ayini’ne özel bir yer ayırır. Roman kahramanları Mümtaz ve İhsan, Emin Dede tarafından icra edilen Ferahfeza Ayini’ni dinlerler:

“Fakat asıl mucize ayinin kendisiyle başladı. Dede’nin Ferahfeza Ayini sadece bir dua, inanan ruhun Allah’ını aradığı bir çırpınış değildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi, sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musikinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musikinin makamlar arasında küçük gösterişler, değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan ibaret olan gelişmesini o şekilde idare etmişti ki, ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.”

NEY’İN BİRİCİK SIRRI…

Tanpınar, ayinin başındaki ney taksimine dikkat çekerek, Dede Efendi’nin burada Mesnevi’nin neyi anlatan ilk beyitlerine atıfta bulunur ve neyi şiirsel bir dille anlatır:  

“Fakat Mevlana’nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. (…) Belki Dede bu hasreti kendi ruhunda duyduğu için ayinini Mesnevi’nin ondan bahseden beyitleriyle başlatmıştı. (…) Halbuki neyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher halinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu. (…) Şeyh Galip şimdi neredeyse abasının göğsüne yakın bir yerini tutarak ayine katılacaktı. Onun da Şems-i Tebrizi’nin güneşinde, ebedi aşk ocağında biran için kül olması lazımdı!”

SUFİZMİN YANSIMASI

Mesnevi’nin ilk 18 beytinde neyi anlatan Mevlana, aynı zamanda sufi felsefenin de ana hatlarını çizer. Ney, Allah’tan ayrılışın ateşi içinde inlemekte ve ayrıldığı bütüne yeniden dönmek için uğraşmaktadır.

MESNEVİ’DE NEY

“Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın.. herkes ağlayıp inledi.
 
Ayrılıktan parça parça olmuş kalb isterim ki, iştiyak (özleme) derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar. 
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı. 
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak (panzehir), ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak (özleyen) kim gördü?
Ney, kanlı dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.”


(Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları)
(Mesnevi, Cilt I, Mevlana, MEB Yayınları)
(Ferahfeza Ayini, Kudsi Ergüner)