Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, 19.yüzyıl Türk Edebiyatı ile ilgili yaptığı 566 sayfalık analiz, divan şiirinin doğuşu, gelişmesi, sönüşü ve yeni şiirin doğuşunun toplumsal temellerini görmemizi sağlar.
DİVAN ŞİİRİNDE İRAN İZLERİ
Tanpınar, gelişmesini tamamlamış İran şiirinin, Anadolu’da önce dini ve zühdi-tasavvufi edebiyattan yavaş yavaş saray şiirine ve lirik şiire geçtiği tespitini yapar.
Tanpınar’a göre, bir yüzyıl içinde (XV. yüzyıla gelindiğinde) edebiyat dili tümüyle değişmiştir.
Tanpınar, divan şiirinin Fars edebiyatından yalnız kelime zevkini ve hayal sistemini almadığını, onun yarı tarihi ve İslamlaşmış mitolojisini de aldığını vurgular. Şiirlerdeki hayalleri besleyen mitolojinin doğrudan doğruya Şehname’den (Farsça), büyük masallardan ve Arap kültüründen alındığını ifade eder.
"BİZE AİT BİRŞEY YOK"
Tanpınar, belli bir olayı anlatmak için yazılmış eserlerin dışında, divan şiirinde “bize ait herhangi bir şey aramanın hemen hemen beyhude” olduğunu dile getirir:
“Filhakika, XIV. asrın sonuna kadar Türk şiirinin ve hatta dilinin havasını bize veren Yunus Divanı’yla ve XIV. asrın diğer dini eserleriyle, XV. asrın herhangi büyük bir şairini karşılaştırsak arada hemen hemen dilin zaruri çatısını teşkil eden unsurlardan başka bir münasebet olmadığını ve yeni bir zevk iklimine geçilmiş olduğunu görürüz. İşte bu kökten değişme aruz vezninin etrafında ve İran örneklerinin tesiriyle olur.”
SARAY KADINLARI VE ŞEHZADELERİN EĞİTİMİ
Tanpınar, medrese eğitiminin tümüyle Arapça olması, Arap ve Fars şiirlerini, masallarını, hikayelerini kendisine örnek olan ve bütün dünyasını onlarla kuran divan şiirinin karşısında Türkçenin yaşamasında Osmanlı Sarayı’nın bir rolünün olmadığını şu çarpıcı sözlerle ortaya koyar:
“(…) yeni şiir kombinezonlarını buluş, orijinal olmak için bu şairlere yetiyordu. Zaten hemen hemen asıl yeniliği temin eden şehirli dilinin değişmesi idi. Sarayın, dışarlardan gelen kadınlar dolayısıyla ve şehzadelerin muayyen bir terbiye sistemi bulunmaması yüzünden Türkçenin gelişmesinde, hatta muhafazasında hiçbir rolü yoktu. Öbür yandan ilim müesseseleri de böyle bir meseleyi tanımıyorlardı. Bir kelimeyle, Türkçe halkın ağzındaydı. Yahya Kemal’in dediği gibi, onun ‘mesut tahrifleriyle’ genişliyor, muhtelif zümrelerin tasarrufuyla değişiyor, güzelleşiyordu. Büyük şairlerimizin hemen çoğu işte bu halkın ağzında değişen ve gelişen Türkçeyi yakalayabildikleri nisbette tek değeri bulmuş oluyorlardı.”
DİLDE İKİLİK
Tanpınar, Tanzimat’a kadar bir zevk ve dil tabakalaşması ve onun sonucu ikili bir yapının ortaya çıktığına dikkat çeker:
“Bu ikiliğin belli başlı amili, bugün divan şiiri adını verdiğimiz şiirin Türk dilinden çok ayrı hususiyetleri taşıyan, ayrı kanunlara bağlı olan Farsçadan hemen hemen olduğu gibi aldığımız bir veznin, aruzun etrafında gelişmiş olmasıdır. Filhakika Türkçe metrik vezinlere, mesala Latinceye kıyas edilirse, Fransızcadan daha müsait olan bir dildi.”
EĞİTİM DİLİ ARAPÇA
Tanpınar, “her türlü edebi örneklerin üstünde Arapçanın bütün Müslüman teşekküllere kendisini kabul ettirmiş bulunmasının” da şiirdeki değişimde büyük rolü olduğunu ifade eder.
“Fakat en büyük pay şüphesiz ki bu XV. asır şairlerimizin aruza İran şiirindeki güzellikleriyle ve mana alemiyle, her iki yönden sahip olmaktaki çok tabii isteklerinindir. İran şiiri örneklerine bu behemehal erişme arzusunun doğurduğu oldukça keyfi lügat, divan şiirimizin hemen hemen sonuna kadar büyük bir tarafıyla oyunda kalmasına, hiç olmazsa varlığının sıcaklığı geçmemiş bir dille konuşmasına sebep olur. Kafka hatıralarında bir Yahudi için, Almanca anne ve baba kelimelerinin hiçbir zaman tam manasıyla bu kelimelerden beklenen sıcaklığı vermediğini söyler. İşte Türk şiiri büyük bir tarafıyla çok defa bu iç uzaklığından konuşacaktır. Bu şiiri (divan) yapanların umumiyetle nesir ve nazım, üç dilde yazdıkları unutulmamalıdır. Heidegger’in, ‘düşüncenin evi’ dediği dilin bu tarzda çoğalması, tabiatıyla insanın dağılması neticesini doğuracaktı.(…) Eski şiirin paradoksal tarafı, son derece de kelimeci olmasına ve baştan aşağı kelime zevkinin idare etmesine rağmen hakiki dil zevkine bir türlü varamamasıdır.”
“AŞKIN ADRESİ YOK”
Tanpınar’a göre, divan şiiri o kadar gerçeklerden kopuk bir hayal alemindedir ki, “aşkın adresi” çoğu zaman belirsiz ve soyuttur. Adeta bir idealleştirilmiş güzelliğe aşk vardır.
“Eski şiirin Tanzimat’tan sonra üzerinde en fazla durulan ve tenkit edilen tarafı, şüphesiz ki hayal dünyasıdır.” diyen Tanpınar, divan şiirindeki hayallerin, İran ve Arap mitoloji ve masallarında alınma “hazır hayaller” olduklarına sık sık dikkat çeker.
“Saray aydınlığının ve feyzin kaynağı muhteşem bir merkeze, hükümdara, onun cazibesine ve iradesine bağlıdır. Herşey onun etrafında döner. Ona doğru koşar.(…) Aşk da bu cinsten bir istiare olacak, sevgili hükümdara benzeyecekti. O kalb aleminin hükümdarıdır. (…) Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul eder. İsterse iltifat ve lütfeder. Hatta hükümdar gibi ihsanları vardır. (…) Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdi hayata aksi olan bir kulluktur. (…) Şunu da söyleyelim ki bu ideal sevgili portresini olduğu gibi veren, tipin kendisine sadık eserlerde sevgilinin cinsiyetini tayin güçtür. O bize daha ziyade çok idealist üsluplardaki heykel veya resimler gibi sadece güzelliği ve kudretiyle gelir.”
ARİSTOKRASİ OLMAYINCA…
Tanpınar, Osmanlı’da aristokrasi olmamasının yansımalarını analiz eder:
“(…) Bizi bugün o kadar şaşırtan, zevkimizi hırpalayan bazen o çok kaba seksualite ve sansualizm (duyumculuk) sonuna kadar kendisini bir mutlakta mahpus gören ferdin mizacına, tahsil ve terbiye şekline, cemiyet hayatındaki mevkiine (meslek terbiyesinin ehemniyeti), müesseselerdeki ahenksizliğe ve gevşeyişe göre hızı değişen tepkisidir. Bir aristokrasi zümresine dayanmayan ve merasimde kadınsız olan şark sarayı daha ziyade maiyettir. Bu hal merasimi doğuran, besleyen, zevki hayata hakim kılan eğlencenin fakir kalmasıyla neticelenir.”
KENDİSİNİ İNKAR
Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen divan şairlerinin, bu dillerdeki eserlerle beslenirken “çok keyfi” bir şiir dili kurmalarından Tanpınar şikayetçidir:
“Her şairin İran veya Arap şiirindeki örneklere göre seçtiği son derece keyfi, kendi varlığıyla hiçbir alakası olmayan bir dil kullanması, müşterek bir lügatin ta Tanzimat’a kadar teşekkül etmemesi, eski şiiri tamamıyla bu oyunların eline verecek, daha doğrusu onu zihni bir oyun, bir nevi hüner haline getirecekti. (…) Eski şiir, asırlar boyunca zevkin seçtiği nadir örnekleriyle değil, bütünüyle göz önünde tutulursa, daima bir ‘kendinin dışında’ konuşma, hatta kendi dışında yaşama ameliyesi gibi görünür. Pek az edebiyatta konuşan benliğin bu cinsten ve bu kadar ısrarla kendisini inkarına rastlanır. Elbette ki böyle bir anlayış şiiri, çok tabii bir surette zihni bir bakışla dışardan seyredilebilecek bir şekil, bir nevi parıltılı düğüm haline getirecekti. “
"DİVAN ŞİİRİNDE FİKİR YOK"
Tanpınar, bütün ihtişamına rağmen, hayal aleminde üstelik bu hayalleri de İran ve Arap şiirinden ithal etmiş ve sonuna kadar ondan hiç vazgeçmemiş divan şiirinde "fikir" olmadığını savunur:
“Yine bu yüzdendir ki şiir bütün iddiasına rağmen bir coşkunluk işi olmaktan ziyade bilenler arasında tadılan bir şey haline geliyor, gah nükte, gah zarafet dikkati çekiyor, çok defa söyleyiş tarzında duruluyordu. Fakat asıl mühimi, yaparken ve tadarken şairin ve okuyucunun duydukları o psikolojik yersizlik, ruhi sallantıda kalma idi.”
“YORGUN SANAT GELENEĞİ”
Tanpınar, divan şiirinde zamanla şekilciliğin ağır bastığını ve şiirin artık tümüyle anlamdan çok dil oyunlarına dayandığını anlatır.
Tanpınar’ın kullandığı ilgi çekici bir ifade de, “yorgun sanat geleneği” dir.
Tanpınar, genel bir ilke olarak, edebiyatta dil oyunları ve şekilciliğin ağır basmaya başlamasını, o türün yorulmasına bağlar. Bunu günümüzdeki birçok eser için de geçerli kabul edebiliriz.
“Eskiler herhangi bir şeyden ona ait kelimelerle bahsetmekten hoşlanırlardı. Her yorgun sanat geleneğinde mühim bir yer tutan bu cins dil hünerleri bazı kaside nesiblerini muayyen mesleklerin ıstılah lügati haline getirdiği gibi, herhangi bir eseri noktasız harflerle yazmak gibi tam inkıraz (çöküş/yokolma) devri iddialarına yolaçıyordu. Gerçeği şu ki, devamlı gayreti ile bize bugünkü Türkçenin yolunu açan bu şiir çalışması, Arap ve İran şiiriyle olan münasebetlerinde büyük yaratma devrini geçirmiş, artık vaktiyle bulmuş oldukları üzerinde oynayan bir kültürün devamıydı. (…) Bu şekilcilikte, şairlerimizdeki mürettep (sonradan derlenmiş) sahip olmak arzusunun da elbette payı vardı. Arap alfabesinin her harfi için hiç olmazsa bir veya iki gazel söylemek mecburiyeti hemen her büyük şairin eserini zedelemiştir. (…)
(XIX.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, YKY Yayınları)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder