Eleştirmen Berna Moran, tarih boyunca edebiyat zevkinde
ortaya çıkan değişimlerin toplum tarafından algılanıp algılanmamasını değerlendirirken, Reşat Nuri Güntekin ile Oğuz
Atay’ı karşılaştırır:
“Reşat Nuri Güntekin kendi döneminin yazarıydı, örneğin. Okurun
‘beklentiler yelpazesi’ne cevap veren romanları, yazdığı yılların zevkine
uygundu ve bundan ötürü de çok sevilen bir yazar olmuştu. Ama yenilikçi
değildi, gelecek dönemlerde yeni beklentiler yaratacak yapıtlar vermedi. Buna karşılık
romanları postmodern öğeler taşıyan Oğuz Atay, döneminin ilerisinde bir
sanatçıydı ve bundan ötürü romanları 1970’lerin gerçekçi ve toplumcu yapıtlar
bekleyen, karmaşık biçim oyunlarına kuşkuyla bakan okurunca pek anlaşılmadı.
Diyebiliriz ki Oğuz Atay 1980 döneminin habercisiydi. Ne ki o dönemin gerçekçi
yönteme bağlı, toplumculuğa sarılmış 12 Mart romanları da zamanla aşındılar,
yeniliklerini yitirdiler.”
ROMANDA GERÇEKÇİLİKTEN KAÇIŞ…
Berna Moran, 12 Eylül 1980’den sonra yazarın toplumsal
sorunlara eğilmesinin güçleştiğini, dış dünyayı, toplumu yansıtmanın ve bunun
için gerçekçi yöntemi kullanmanın artık yazarları fazla ilgilendirmediğini
belirtiyor.
“Böylece toplumsal değişiklerle yazınsal gelişimler
1980’li yıllarda yeni arayışlara girişen yenilikçi (avant garde) yazarların
Türk romanında köktenci bir değişiklik yaratmalarına neden oldu. Nazlı Eray’ın,
Latife Tekin’in, Orhan Pamuk’un, Bilge Karasu’nun yapıtları ve Pınar Kür’ün son
iki romanı daha önce Türkiye’de yazılmış romanlara hiç benzemiyordu. Bu
romanlara postmodern romanlar demek mümkün ama postmodern kavramı kaypak ve
anlamı tartışmalı olduğu için şimdilik bunların ortak özelliğini belirtmekle
yetinelim. Sözünü ettiğimiz romanların ortak yanı, gerçekçilikten kaçıştır.
“Ancak şunu söylemek gerekir ki 1980 sonrası bu yeni
roman, Türk yazarlarının yarattığı bir anlatı türü değildir; Batı’da ve
Amerika’da 1960’larda ortaya çıkmış ve hızla yayılmıştı. Bundan ötürü yenilikçi
Türk romanlarını anlamak için Batı’daki gelişmelere bakmak yararlı olacaktır.”
BALZAC VE TOLSTOY
Berna Moran, romanın zirve dönemi 19.yüzyılın iki büyük
yazarının eserlerinden yola çıkarak o dönemi ve romana yansımasını şu şekilde
anlatır:
“19.yüzyılın ikinci yarısında Balzac ve Tolstoy gibi
yazarlarla doruğuna varmış olan klasik gerçekçi roman, materyalist, pozitivist
ve iyimser bir dünya görüşünün mümkün kıldığı bir anlatı türüydü. Gerçekçilik,
sağduyuya uygun birtakım varsayımlara dayanıyordu. İnanılıyordu ki dünya bilinebilir,
betimlenebilir bir dünyadır ve dil bu dünyayı bize tanıtabilir, hakkında doğru
bilgi verebilir, yani gerçek olanı kopya edebilir.”
“KLASİK ROMAN KOŞULLARI KALKTI”
Moran, gerçekçilik hakkında yerleşmiş bu görüşlerin
geçerliliğinin, ilk önce 20.yüzyılın boşlarında, daha sonra ikinci kez
1960’larda sorgulandığına dikkat çekiyor.
“20.yüzyılın başlarında gerçekçi klasik romanı mümkün
kılan koşullar, ortadan kalkmıştı. O yıllar belirsizlik, güvensizlik,
karmaşıklık yılları olmuştu. Eski değerler kaybolmuş, gerçekçilik parçalanmış,
toplumun ve yazarın paylaştığı doğru anlayışı, ahlaksal normlar silinmişti.
Anlamını, ahengini, tutarlılığını yitirmiş, iyimserliğe pek yer bırakmayan bu
yeni dünyada, kaybolan ahengi, anlamı ve tutarlılığı yarattıkları sanat yapıtlarında
gerçekleştirmek yolunu seçtiler modernist yazarlar. Simgeler, imgeler, ritm
gibi öğelerle, mitoslarla birtakım örüntüler kurarak anlamlı bir estetik bütün
yaratmak çabasıydı bu.”
“GERÇEKÇİLİK İKİNCİ KEZ SARSILDI”
Berna Moran, gerçekçiliği belki de bir daha geri dönmemek
üzere roman anlayışından uzaklaştıran ikinci sarsıntının batıda “postmodern
dönem” diye adlandırılan 1960-70’lerde ortaya çıktığını ifade ediyor.
“Postmodern yazarlar gerçekliğe daha da köktenci bir
şüpheyle bakıyor ve modernistlerin bu sorunu fazla basite indirgeyerek aslı
olamayan bir umut ışığı tuttuklarına inanıyorlardı.”
Moran, “yapısal dil kuramı”nın, roman anlayışındaki
köktenci değişiklikte büyük rol oynadığını belirterek, “Çünkü (bu kuram) dil
ile anlam ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tersyüz etmişti.” yorumunu yapıyor.
DİL NEDİR?
Moran, dilin anlamı ile ilgili anlayışı değiştiren
yapısalcılığın getirdiği yenilikleri şu örneklerle dile getiriyor:
“Sağduyuya uygun, Saussure’den önceki dil anlayışına göre
dil, varolan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış, düzene sokulmuş
hazır bir dış dünya vardır ve bu gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre,
dil, bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını
köktenci biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi diyebiliriz. (…)
Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir
bütündür ve dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş,
kaya veya maden ayrımı yoktur ama biz bütünü, taş sınıfı, kaya sınıfı, maden
sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır
hale sokarız. Bunu yapmasaydık zihnimiz karmakarışık bir duyumlar yığını olarak
kalırdı.”
BORGES, MARQUEZ, CALVİNO…
Berna Moran, 19.yüzyıldan kalan görüşlerin inanılır
olmaktan çıkmasıyla birlikte düzenli gerçekliğe uygun düşen klasik gerçekçi
roman formunun bir yana bırakıldığını ve bu yazarların başında da Jorge Luis
Borges, Gabriel Garcia Marquez, İtalo Calvino, John Barth, Kurt Vonnegut,
Donald Barthelme gibi yazarların geldiğini ifade ediyor. Moran, yeni dil ve
gerçeklik anlayışının romana nasıl yansıdığını da şu sözlerle dile getirir:
“Artık romanda kronolojik bir zaman akışı içinde gelişen,
iyi hesaplanmış bir olay örgüsüne, her şeyi bilen bir anlatıcıya, kişiliklerine
uygun davranan karakterlere, olayların neden-sonuç ilişkisini gözeterek
sıralamasına ihtiyaç yoktu. Ne de dile saydam bir pencere gibi bakılabilirdi
artık. Gerçekçi yazar anlattığı şeylerin kurmaca bir dünyada geçtiğini
unutturmak ister okura. (…) Postmodernist yazar ise romanın gerçek dünyayı
yansıtmayan bir sözcükler dünyası olduğunu açıkça belli eder okura. Postmodern
roman denince akla gelen tek roman türü üstkurmaca değildir. Başka türler de
vardır: bilim-kurgu, fantastik, büyülü gerçekçilik gibi. (…) Postmodernistler
bu karmaşık, anlamsız çağdaş yaşam karşısında çözümü, modernistlerin yaptığı
gibi, artistik tutarlılıkta, estetik bir bütün oluşturmakta bulmuyor. Onun için
çeşitli türde metin parçalarını (gazete makalesi, ansiklopedi maddesi, şiir,
reklam yazası vb.) biraraya getirdiklerini görüyoruz. Zaten postmodernist
yazarlar yüzeyde oynamayı yeğlerler. Bundan ötürü çeşitli dünyalardan biraraya
getirdikleri çeşitli imgelerin romanlarına bir karnaval görüntüsü verdiği
söylenmiştir.”
(Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Cilt 3, Berna Moran,
İletişim Yayınları)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder