Translate

11 Ocak 2012 Çarşamba

Reşat Nuri Güntekin, Oğuz Atay ve Sonrası…


Eleştirmen Berna Moran, tarih boyunca edebiyat zevkinde ortaya çıkan değişimlerin toplum tarafından algılanıp algılanmamasını  değerlendirirken, Reşat Nuri Güntekin ile Oğuz Atay’ı karşılaştırır:

Reşat Nuri Güntekin kendi döneminin yazarıydı, örneğin. Okurun ‘beklentiler yelpazesi’ne cevap veren romanları, yazdığı yılların zevkine uygundu ve bundan ötürü de çok sevilen bir yazar olmuştu. Ama yenilikçi değildi, gelecek dönemlerde yeni beklentiler yaratacak yapıtlar vermedi. Buna karşılık romanları postmodern öğeler taşıyan Oğuz Atay, döneminin ilerisinde bir sanatçıydı ve bundan ötürü romanları 1970’lerin gerçekçi ve toplumcu yapıtlar bekleyen, karmaşık biçim oyunlarına kuşkuyla bakan okurunca pek anlaşılmadı. Diyebiliriz ki Oğuz Atay 1980 döneminin habercisiydi. Ne ki o dönemin gerçekçi yönteme bağlı, toplumculuğa sarılmış 12 Mart romanları da zamanla aşındılar, yeniliklerini yitirdiler.”

ROMANDA GERÇEKÇİLİKTEN KAÇIŞ…

Berna Moran, 12 Eylül 1980’den sonra yazarın toplumsal sorunlara eğilmesinin güçleştiğini, dış dünyayı, toplumu yansıtmanın ve bunun için gerçekçi yöntemi kullanmanın artık yazarları fazla ilgilendirmediğini belirtiyor. 

“Böylece toplumsal değişiklerle yazınsal gelişimler 1980’li yıllarda yeni arayışlara girişen yenilikçi (avant garde) yazarların Türk romanında köktenci bir değişiklik yaratmalarına neden oldu. Nazlı Eray’ın, Latife Tekin’in, Orhan Pamuk’un, Bilge Karasu’nun yapıtları ve Pınar Kür’ün son iki romanı daha önce Türkiye’de yazılmış romanlara hiç benzemiyordu. Bu romanlara postmodern romanlar demek mümkün ama postmodern kavramı kaypak ve anlamı tartışmalı olduğu için şimdilik bunların ortak özelliğini belirtmekle yetinelim. Sözünü ettiğimiz romanların ortak yanı, gerçekçilikten kaçıştır.

“Ancak şunu söylemek gerekir ki 1980 sonrası bu yeni roman, Türk yazarlarının yarattığı bir anlatı türü değildir; Batı’da ve Amerika’da 1960’larda ortaya çıkmış ve hızla yayılmıştı. Bundan ötürü yenilikçi Türk romanlarını anlamak için Batı’daki gelişmelere bakmak yararlı olacaktır.”

BALZAC VE TOLSTOY

Berna Moran, romanın zirve dönemi 19.yüzyılın iki büyük yazarının eserlerinden yola çıkarak o dönemi ve romana yansımasını şu şekilde anlatır:

“19.yüzyılın ikinci yarısında Balzac ve Tolstoy gibi yazarlarla doruğuna varmış olan klasik gerçekçi roman, materyalist, pozitivist ve iyimser bir dünya görüşünün mümkün kıldığı bir anlatı türüydü. Gerçekçilik, sağduyuya uygun birtakım varsayımlara dayanıyordu. İnanılıyordu ki dünya bilinebilir, betimlenebilir bir dünyadır ve dil bu dünyayı bize tanıtabilir, hakkında doğru bilgi verebilir, yani gerçek olanı kopya edebilir.”

“KLASİK ROMAN KOŞULLARI KALKTI”

Moran, gerçekçilik hakkında yerleşmiş bu görüşlerin geçerliliğinin, ilk önce 20.yüzyılın boşlarında, daha sonra ikinci kez 1960’larda sorgulandığına dikkat çekiyor.

“20.yüzyılın başlarında gerçekçi klasik romanı mümkün kılan koşullar, ortadan kalkmıştı. O yıllar belirsizlik, güvensizlik, karmaşıklık yılları olmuştu. Eski değerler kaybolmuş, gerçekçilik parçalanmış, toplumun ve yazarın paylaştığı doğru anlayışı, ahlaksal normlar silinmişti. Anlamını, ahengini, tutarlılığını yitirmiş, iyimserliğe pek yer bırakmayan bu yeni dünyada, kaybolan ahengi, anlamı ve tutarlılığı yarattıkları sanat yapıtlarında gerçekleştirmek yolunu seçtiler modernist yazarlar. Simgeler, imgeler, ritm gibi öğelerle, mitoslarla birtakım örüntüler kurarak anlamlı bir estetik bütün yaratmak çabasıydı bu.”

“GERÇEKÇİLİK İKİNCİ KEZ SARSILDI”

Berna Moran, gerçekçiliği belki de bir daha geri dönmemek üzere roman anlayışından uzaklaştıran ikinci sarsıntının batıda “postmodern dönem” diye adlandırılan 1960-70’lerde ortaya çıktığını ifade ediyor.

“Postmodern yazarlar gerçekliğe daha da köktenci bir şüpheyle bakıyor ve modernistlerin bu sorunu fazla basite indirgeyerek aslı olamayan bir umut ışığı tuttuklarına inanıyorlardı.”

Moran, “yapısal dil kuramı”nın, roman anlayışındaki köktenci değişiklikte büyük rol oynadığını belirterek, “Çünkü (bu kuram) dil ile anlam ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tersyüz etmişti.” yorumunu yapıyor. 

DİL NEDİR?

Moran, dilin anlamı ile ilgili anlayışı değiştiren yapısalcılığın getirdiği yenilikleri şu örneklerle dile getiriyor:

“Sağduyuya uygun, Saussure’den önceki dil anlayışına göre dil, varolan nesneleri adlandırır. Yani sınıflara ayrılmış, düzene sokulmuş hazır bir dış dünya vardır ve bu gerçekliği biz dil ile aktardığımıza göre, dil, bu dünyayı yansıtmaya yarayan bir araçtır. Saussure bu dil anlayışını köktenci biçimde değiştirdi ve durumu tersine çevirdi diyebiliriz. (…) Yapısalcı dilbilime göre dış dünya, kesintisiz bölünmemiş büyük bir yığın, bir bütündür ve dil bu yığını anlaşılır kılmak için böler. Örneğin dilden önce taş, kaya veya maden ayrımı yoktur ama biz bütünü, taş sınıfı, kaya sınıfı, maden sınıfı olarak birimlere ayrıştırır ve böylece dünyayı kavranılır, anlaşılır hale sokarız. Bunu yapmasaydık zihnimiz karmakarışık bir duyumlar yığını olarak kalırdı.”

BORGES, MARQUEZ, CALVİNO…

Berna Moran, 19.yüzyıldan kalan görüşlerin inanılır olmaktan çıkmasıyla birlikte düzenli gerçekliğe uygun düşen klasik gerçekçi roman formunun bir yana bırakıldığını ve bu yazarların başında da Jorge Luis Borges, Gabriel Garcia Marquez, İtalo Calvino, John Barth, Kurt Vonnegut, Donald Barthelme gibi yazarların geldiğini ifade ediyor. Moran, yeni dil ve gerçeklik anlayışının romana nasıl yansıdığını da şu sözlerle dile getirir:

“Artık romanda kronolojik bir zaman akışı içinde gelişen, iyi hesaplanmış bir olay örgüsüne, her şeyi bilen bir anlatıcıya, kişiliklerine uygun davranan karakterlere, olayların neden-sonuç ilişkisini gözeterek sıralamasına ihtiyaç yoktu. Ne de dile saydam bir pencere gibi bakılabilirdi artık. Gerçekçi yazar anlattığı şeylerin kurmaca bir dünyada geçtiğini unutturmak ister okura. (…) Postmodernist yazar ise romanın gerçek dünyayı yansıtmayan bir sözcükler dünyası olduğunu açıkça belli eder okura. Postmodern roman denince akla gelen tek roman türü üstkurmaca değildir. Başka türler de vardır: bilim-kurgu, fantastik, büyülü gerçekçilik gibi. (…) Postmodernistler bu karmaşık, anlamsız çağdaş yaşam karşısında çözümü, modernistlerin yaptığı gibi, artistik tutarlılıkta, estetik bir bütün oluşturmakta bulmuyor. Onun için çeşitli türde metin parçalarını (gazete makalesi, ansiklopedi maddesi, şiir, reklam yazası vb.) biraraya getirdiklerini görüyoruz. Zaten postmodernist yazarlar yüzeyde oynamayı yeğlerler. Bundan ötürü çeşitli dünyalardan biraraya getirdikleri çeşitli imgelerin romanlarına bir karnaval görüntüsü verdiği söylenmiştir.”

(Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, Cilt 3, Berna Moran, İletişim Yayınları)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder