Translate

15 Temmuz 2011 Cuma

Cervantes’in Gözünden Osmanlılar


Don Kişot’un yazarı İspanyol Miguel De Cervantes Saavedra, İnebahtı Savaşı'na katılmış, daha sonra Türklere esir düşmüştür. Cervantes, "Yüce Sultan" adlı oyununda, Osmanlı Sarayı’nda geçen, -- o dönemin popüler konusu, daha sonra Mozart ve Rossini’nin de işleyecekleri,-- esir düşmüş bir yabancı güzele padişahın aşık olması ve onunla evlenmesini anlatır.

Cervantes oyunu 1615 yılında yazmıştır.
Oyunda, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın oğlu olan II. Selim’in, Nur Banu Sultan’dan olan oğlu III. Murat (1574-1595) tahttadır. Haremindeki İspanyol Catalina de Oviedo adlı bir kıza aşık olur; dinini değiştirmeden ve İspanyol gibi giyinmeye devam etmesine izin vererek onunla evlenir.

Cervantes’in oyun boyunca kullandığı diyaloglar, Osmanlı'ya 17.yüzyılda dışardan tutulan bir ayna olarak görülebilir. Osmanlı Sarayı, Müslüman gibi görünen gayrimüslimler ve gerçek dinlerini koruyan başka milletlerden insanların birarada yaşadıkları farklı bir dünyadır. 

*** 
Salih, Müslümanların III. Murat’a başlarını kaldırarak bakamayacaklarını şu sözlerle dile getirir:
İşte ayağa kalktı hükümdar bakabilir/Hıristiyan olanlar yüzyüze karşı durur/ Ama ruhsat verilmez hiçbir Türk’e, Arap’a,/Bakamazlar yüzüne gözlerini kaldırıp, bakmaya yeltenenin işi biter o anda.”

***
Haremağası Mami’nin diğer bir haremağası Rüstem’e sözleri:
“Bak Rüstem tut şu dilini/Ve inancını savunma, /Yalan söylüyorsun, belli/ Bal gibi Hıristiyansın./ Tutsak İspanyol kızını/ saklıyorsun bunca zaman/ kilit altında"

***
Catalina Sultan: “Hükümdar böyle zalim mi?"
Rüstem: "Halim selim derler ama aslında zalimin biri."
Padişahın evlenmek istediği Catalina Sultan: "En büyük günah değil mi bir imansızla evlenmek?"

***
Catalina Sultan: "Dostum Hıristiyanlardan ayırmayın beni, hakan."
Mami:"Bunu düşünmek aptallık, istemekse daniskası."
Hünkar: "Ben ne isem sen de osun/ devlet-i ali elinde, gönlün her ne diler ise/ iste benden, iste olsun./İrademi sana verdim,/ artık bütün yetki senin;/ senin arzun benim arzum;/ bak, gör nasıl yapacağım/ne istersen"
Mami: "Durum ciddi./ Hiç görmemiştim ben, Rüstem,/ İsa’nın dolaştığını/ Türklerin aralarında."

***
Catalina Sultan: "Söyledim Hıristiyanım, /ve öyle de kalacağım."

Mami: "Tuhaf, olağandışı şey/ gavur bir valide sultan!"

***
Madrigal: "Elveda ey İstanbul! Elveda ey ünlü kent!/ Elveda Pera, Permas! Ey iskele elveda!/ Elveda ey Çıfıt çarşısı, ey Gedikpaşa!/ Ey güzelim Gureba Bahçeleri elveda!/ Şimdi büyük bir cami olarak görev yapan/ Elveda büyük mabet, elveda Ayasofya!/ Tersaneler elveda!”

(Yüce Sultan, Miguel De Cervantes Saavedra, YKY Yayınları)

Don Kişot’un Kitaplarını Yakan Rahip…

Mança'lı Şövalye Don Kişot, talihsiz bir maceradan epeyce yaralanmış olarak şatosuna dönünce, yeğeni, kahya kadın, köyün rahibi, berber Nicolas, hep birlikte suçluyu cezalandırmaya karar veriler:

“Şövalyemiz hala uyuyordu. Rahip yeğeninden, olayın sorumlusu olan kitapların bulunduğu odanın anahtarını istedi, o da memnuniyetle verdi. Hepsi birlikte, kahya kadın da aralarında olmak üzere, içeri girdiler ve irili ufaklı, gayet güzel ciltlenmiş, yüzden fazla kitap buldular. Kahya kadın bunları görür görmez, alelacele odadan çıktı, sonra bir çanak kutsanmış su ve bir serpmeçle geri gelerek dedi ki:

‘Alın, saygıdeğer Peder, bu odayı temizleyin ki, bu kitapların içinde bulunan büyücülerden kimisi buradaysa, onları da bu dünyadan kovmak istediğimiz için bizi büyülemeye kalkmasınlar.’

“ÜST ÜSTE YIĞIP YAKALIM”

“Kahya kadının saflığı rahibi güldürdü ve berbere, kitapları birer birer kendisine vermesini söyledi; ne hakkında olduklarına bakacaktı, çünkü içlerinde yakılma cezasını haketmeyenler de olabilirdi. ‘Hayır,’ dediği yeğen, ‘hiçbirini affetmemek lazım, çünkü hepsi suçlu; en iyisi, pencereden avluya atalım hepsini, üstüste yığalım, sonra da yakalım. Ya da arkadaki büyük avluya götürüp orada yakarız, dumanı da kimseyi rahatsız etmez. 

“Kahya kadın da söylenenlere katıldı, iki kadın o masumların ölmesi için can atıyorlardı. Ama rahip hiç değilse başlıklarını okumadan bunu kabul etmeye yanaşmadı. (…)

“Şövalyelik kitaplarını okuyarak daha fazla yorulmak istemeyen rahip, kahya kadına bütün büyük kitapları alıp avluya götürmesini söyledi. Kahya kadın da zaten dünden razıydı, kitapları yakmaya can atıyordu, ne lazımsa yapacaktı. (…)

“ŞİİR BULAŞICI BİR HASTALIKMIŞ”

“Bunlar yakılmayı haketmiyor, çünkü şövalyelik kitapları gibi zararlı değiller, olamazlar da; bunlar sağduyulu kitaplardır, ahlaka aykırı değillerdir. ‘Ah beyefendi!’ dedi yeğen. ‘Bunları (şiir) da ötekiler gibi ateşe mahkum etseniz iyi olur; çünkü dayım şövalyelik hastalığından kurtulup bunları okuyarak çoban olmaya, ormanlarda, ovalarda çalıp söyleyerek dolaşmaya heves ederse hiç şaşmam. Daha da kötüsü, şair olmaya kalkışabilir; duyduğuma göre bu, tedavisi olmayan, bulaşıcı bir hastalıkmış.’ ‘Küçük hanım doğru söylüyor’ dedi rahip, ‘dostumuzun önünden bu ihtimali, bu tuzağı kaldırsak iyi olur.’ (…) Rahip artık kitaplara bakmaktan sıkılarak, ötekilerin hepsinin ayrım yapılmadan yakılmasını emretti. (…)

“O gece kahya kadın avluda ve bütün evde ne kadar kitap varsa hepsini yakıp kül etti. Sonsuza dek korunmayı, saklanmayı hakeden kitaplar da, talipsizliğe ve inceleyenin tembelliğine kurban gidip ateşte yanmış olmalı. Ve böylece, kurunun yanında yaş da yanar atasözü, bu kitaplar tarafından doğrulanmış oldu.”

TÜRKLERE ESİR DÜŞTÜ

Cervantes, 1547 yılında doğdu. Babasının borçlarından kaçarak İspanya’yı dolaştılar. Madrid’te üniversitede Erasmus’un öğrencilerinden Lopez de Hoyos’dan ders aldı. Sonra orduya katıldı,1571’de, batı karşısındaki ilk yenilgisini alan ve geriye sayışın başlangıcı olan İnebahtı Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı savaştı. İspanya’ya dönerken Türk korsanlarına esir düştü, beş yıl esir tutuldu, birçok aksiliğin arka arkaya gelmesi nedeniyle ancak 12 yıl sonra 32 yaşında ülkesine dönebildi. Babası gibi para işlerinde yaptığı hata nedeniyle hapse girdi ama bu arada 1605 yılında Don Kişot’un birinci cildini yayınladı. Piyasada daha çok kısaltılmış ve biraz değiştirilmiş nüshalarının bulunduğu Don Kişot’ta, Mağripliler, Türkler hakkında sevimli, sevimsiz birçok ifade bulunur. Ama sıkı bir Hıristiyan olmayı sürdüren Cervantes, esareti döneminde İspanya Kralının emriyle sürülen ve mallarına el konulan Mağriplilerden çok şey kapmıştır. Don Kişot, yayınlandığı günden bu yana dünyanın en çok okunun kitaplarından biri olmaya devam eder.

(La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, Miguel de Cervantes Saavedra, YKY Yayınları)

12 Temmuz 2011 Salı

Cemal Süreya’dan, “Tanpınar’ın Şiirdeki Gizli Rolü...”


Cemal Süreya, 1962 yılında, şiirde karşıt akımları temsil ettikleri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümü üzerine bir yazı kaleme alır. 

Süreya, Tanpınar’ın şiirde gizli bir görevi yerine getirdiğini savunur:

“ESKİ İLE YENİ ARASINDA KÖPRÜ”

“Aslında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirimizdeki gizli aksiyonu, kendi şiirini aşıyor. Şiirimizi an içinde değil de, bir süre içinde görmeye çalışalım, bakın, bu gerçeği nasıl yakalayacağız. Bir an içinde şiirimize bakalım. Ahmet Hamdi pek öyle bir varlık göstermez. Ama gelişme içinde düşünelim. Ahmet Hamdi nasıl lif lif, damar damar yayılmış türlü şairlere, göreceğiz. Bütün yapıcı şairler öyledir. Ahmet Hamdi, Yahya Kemal’den aldığı espriyi bir noktaya, Oktay Rifat’a ulaştırmayı bilmiş, becermiştir. Zaten şiirimizdeki rolü de daha çok budur. Görünmez bir şekilde eski şiirle yeni şiir arasında sağlam bir köprü olmuştur.

“ŞİİR BEĞENİSİ ÖYLE YÜKSEK Kİ…”

“Bugün hece şiirinden kala kala iki önemli ad kaldı. Biri Necip Fazıl. Öteki Ahmet Hamdi Tanpınar. Dar bir evren Tanpınar’ın evreni. Ancak şiir beğenisi öyle yüksek ki, bu dar evren içinde, dili en iyi imkanlarla yoğurmuş. Orhan Veli akımından önceki Türkçenin en yüksek beğeni ölçüsü Ahmet Hamdi’nin şiirindedir. Ahmet Hamdi sadece o Türkçeyi yakalayabilmekle kalmamış, onu yer yer etkilemiştir de. Ancak son yıllarda üst üste gelen yeni şiir davranışları Türkçenin şiir içindeki anlamlı noktalarını, nirengi noktalarını da altüst ettiğinden o eski güzellik ölçüleri değişti. Birçok şairinki gibi Ahmet Hamdi’nin mısralarındaki elektrik de ortadan kalktı. Ama yine de yeni şairlere en yakın sanatçılardan biri de oydu. (…)

“Herşey bir yana, titiz bir ustaydı. İşini seven, işini iyi bilen bir sanatçıydı. Bugün aramızda kaç kişi var onun kadar tutkuyla, aşkla sarılan şiire. Şiir tarihimizde adı her zaman anılacaktır.”

(Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar I, Cemal Süreya, YKY Yayınları)

Tanpınar: “Yunus’un Hanedanı Kendisiyle Başlar”


Yunus Emre’nin hayatıyla ilgili bilgiler çelişkilidir ama o dizeleriyle yüzyıllardır yaşar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yunus’a büyüteç tutanlardandır. Yunus Emre’nin Türkçe için önemine her zaman özel bir vurgu yapan Tanpınar, bu düşüncelerini şu sözlerle anlatır:

“Hiç biriyle onun şiirini izah edemeyiz. Hiçbir sözü dilimizde bir sevgi ve ruh rüzgarı gibi esen, birdenbire Türkçenin ortasında saf altın gibi külçelenen ve gülen bir mucizeye bir sebep veya başlangıç gibi gösterilemez. O daima tek başınadır. Eğer muhakkak bir kalabalığa katılacaksa, bu kalabalık şüphesiz kendisinden sonra gelenler, yaptığı işi devam ettirenlerdir. Baki’dir, Nef’i, Nedim, Fuzuli, Şeyh Galib, Haşim, Yahya Kemal’dir. (…)

YUNUS HANEDANI

Mevlana şüphesiz bütün bir saltanattır. Fakat arkasında son dalı olduğu bütün bir hanedan şeceresi vardır. Yunus’un hanedanı kendisi ile başlar. Meğer ki, lehçe itibariyle uzak ve arkaik akrabası Ahmet Yesevi’yi hatırlayalım. Fakat Yesevi’nin eseriyle Yunus’un şiiri arasında bu sanatta esas olan dil zevkinin aydınlığı vardır. Yunus yaptığını bilen ve bunu bildiği, böyle istediği için yapan şairdir. Tek kelimesiyle şairdir.”

Tanpınar, Yunus’un bütün “zeka ve zihni melekelerinin” ötesinde bir “kalp adamı” olduğunu ifade eder:

GURBET’İ DİLİMİZE AŞILAYAN ODUR”

“O, insan talihini kendi içinde bütün acıklı ve yüksek tarafıyla bulanlardandı. Devriyle olan diyalogu bu kalp kuvvetiyle, onun verdiği yalnızlık duygusuyladır. Dilimize ve ruhumuza gurbet kelimesini –tasavvuf yoluyla olsa da – aşılayan odur. Hangimiz, gurbet deyince o güzel kıt’ayı hatırlamayız:

Bir garip öldü diyeler
Üç günden sonra duyalar
 Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin


MOĞOL İSTİLASINDA RUHLARA İLAÇ

Tanpınar, o devirde Anadolu’da yaşayan sufi ve dervişlerin hemen hepsinin Türkçe ad veya lakap taşıdıklarını belirterek, Yunus’un, Yunus Peygamber’in adını kendisine seçme ihtimalinden sözeder. Tanpınar, Yunus’un XIII.yüzyılda Anadolu’yu kasıp kavuran Moğol istilasının ortasında ruhlara nasıl ilaç olduğunu anlatır:

“Moğol istilasının kan ve ateş çağında, o bitmez tükenmez ıztırap, ölüm, hastalık, açlık ve ümitsizlik cehenneminde yaşayan insanlar bu sevgiye, tahammülü imkansız realitenin ötesinde açılan bu geniş ve rahmani ümit kapısına ekmek ve su kadar, rahat yastık ve uyku kadar muhtaçtılar.”

OSMANLI’NIN KURULUŞUNDA YUNUS İZLERİ

Tanpınar, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da Yunus’un izlerini görür:

Bir ben vardır bende benden içre, diyerek bizi maddemizin ötesinde ve onun dayandığı bütün bir alemi açan bu şairi, iki insanın arasında mütalaa etmek daima faydalıdır. İkincisi ile olan münasebeti ise asıl aksiyonudur. Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiçbirini Yunus’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin çehresine biraz eğilsem, orada Yunus Divanı’ndan aksetmiş çizgiler görürüm ve bütün bu fütuhatların arasında bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler dünyasını selamlarım.”

(Edebiyat Üzerine Makaleler, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları)

10 Temmuz 2011 Pazar

Attila İlhan’dan “Türk Şiir İmparatorluğu”


Attila İlhan, 1980 sonrası yazılarında sık sık şiir okuyanların azalmasından, birçok şairin unutulmasından yakınır. Türk şiirinin edebiyatta her zaman koruduğu tahtının sarsılmaya başladığını görmekten büyük üzüntü duymaktadır.

Bu öyle bir hale gelir ki, bir yazısında, kendince adeta, “N’olur şiir okuyun!” diye yalvarır.

*İşte Attila İlhan usulü yalvarış!

“Doğru söyleyin, vallahi birşey yapmayacağım: Elinize şiir kitabı almayalı kaç yıl oldu? Kaç yıldır, iyi kötü bir şairin, herhangi bir şiir kitabına, cigara parasına kıyıp, üç beş kuruş ödemediniz? Kaç yıldır şairleri, radyo reklamlarında katledilen mısralarından; sözüm ona bestelenmiş, -aslında canına okunmuş- şiirlerinden izliyor; üstelik hala kendinizi, ‘ilerici’ bir aydın sanıyorsunuz?

“Yahu ne oldu bize? O tahammülfersa (dayanılması zor) burun büyüklüğümüz, akıl almaz kendini beğenmişliğimizle; Divan şiirimizi nasıl gömdük, Tanzimat şiirimizi nasıl çöplüğe attık; nasıl Servet-i Fünun’cuların adını bile bilmiyoruz; nasıl Hececiler tu kaka Yedi Meşaleci'ler ilkel sayıldı; daha sonrakilerse ya gerici ya da komünist…

“Yeryüzünün en büyük şiir imparatorluklarından birisi olan Türk Şiir İmparatorluğu bu kadere, bu muameleye layık mıdır?

“Ayağa kalkın efendiler!”


“ŞİİRE VEFASIZLIK NİYE?”


Attila İlhan, “şiir sorununa” kafa yorduğu yazılarından birinde, sorumluluğun bir bölümünü batıda da “şiire ilginin kaybolmuş olmasına” bağlasa da, asıl sorunun şairlerden kaynaklandığına hükmeder. 

**Attila İlhan’ın şairlerde bulduğu sorunlara bakarsak:

“Öyledir de, niye paraya kıyıp şiir kitaplarını almaz; buhranlı saatlerimizde bir türlü ad koyamadığımız duygulara, şairlerin nasıl ad koyduğunun tadına varmayız? Birkaç şair istisna edilirse, ülkemizde şiir kitapları, en az satılan kitaplar arasındadır. Nice büyük armağan kazanmış şairler, kazandıkları armağanın bile, kitaplarının sürümünü artıramadığını hayret ve dehşet içinde görürler. Oysa ceddimiz, o ince elyazılarıyla şairlerin divanlarını göznuru dökerek kopya etmiş, nesilden nesile aktarıp, günümüze kadar gelmesini sağlamıştır. Bizdeki bu sağırlık niye, şiire karşı bu vefasızlık?

BATIYA MI BENZEDİK?

“Bazı açıklamalar denenebilir. 

“Batı ülkeleri (gelişmiş dediklerimiz), şiire ilginin kaybolmasını, sanayi toplumundaki sert yaşama biçimine bağlıyorlar. Çıkarlardan duygulara yer kalmıyormuş ki, şiire kalsın. Ayrıca, görsel sanatların aşırı gelişmesinin, (sinema ve televizyon kastediliyor) okuma sanatlarını gerilettiği ileri sürülüyor. Bilmem bu gerekçeler bizim toplumumuz için geçerli sayılabilir mi?”

“TÜRKÇE SOMUT BİR DİL OLDUĞU İÇİN..”

“Bana sorarsanız, halkla şiir arasındaki kopuklukta kabahatin yarısı halkın tembelliğiyse, yarısı şairlerin tutturdukları havada. Acaba şöyle anlatabilir miyim? 

“Türkçe her haliyle somut bir dildir, öteki dillere oranla, her şeyini somutça anlatır. Türkçede biz kızdık mı ‘küplere biner’, sevindik mi ‘bir kol çengi’ oluruz, ‘eteklerimiz zil çalar’. Ağlarsak, ‘iki gözümüz, iki çeşmedir’. Ayrılırsak, ‘ciğerimiz yanar’, vs. Zaten halk şiiri Türkçesi, bütünüyle bu somutluk üzerine kuruluyor. Divan şiiri, her ne kadar soyut bir güzelleme gibi görülürse de, imgeleriyle son derece somut ve vurucudur. Söz gelişi Galip Dede (Şeyh Galip), ünlü beyitinde ne diyor:

SORUN ŞAİRLERDE Mİ?

‘Bir şu’lesi(ateş alevi, ışığı) var ki şem-i(mum) canın
Fanusuna sığmaz asmanın(gök)’

“Can mumunun bir ışığı varmış ki, göklerin fanusuna sığmaz imiş. İmgenin somutluğu, ifadenin soyutluğunu ortadan nasıl kaldırıyor gördünüz mü? Demek Türk şiir geleneği, somut Türkçenin somutluğu üzerine kurulmuştur. Oysa epeycedir Türk şairlerinin önemlice bir kısmı, alafrangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek hiçbir kancası olmuyor. Soğumanın bir sebebi bu. Millet sanki kendi şiirini okumuyor, kefere şairlerinden pek de tadına varamadığı çevirileri okuyor.

“İMGE ŞİİRİN BELKEMİĞİ”

“İkinci neden, daha önemlidir sanıyorum. Özellikle Orhan Veli ve takımı, çağdaş şiir budur diye, yalınlık sevdasına, şiirden vezin ve kafiye disiplinini, hatta imgeyi dehlemiştir. Oysa imge şiirin belkemiğidir, vezin ve kafiye ise, deyişi gerçekleştiren araçları. Vezinsiz kafiyesiz şiir yazmak, aklına geleni altalta sıralamak değil; tam tersine, her şiir için orijinal bir vezin yaratmak anlamına geliyor. Bu anlatılamamıştır. İmgesiz, vezinsiz veya kafiyesiz, öyle yaveler şiir diye yazılıp piyasaya salınmıştır ki, şiir okurunun onlardan kopmasını yadırgamak bence yanlış olur.”

*4 Aralık 1987 tarihli yazı
**23 Mayıs 1982 tarihli yazı

(Hangi Edebiyat, Attila İlhan, Bilgi Yayınevi) 

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ahmet Haşim’in İlk Şiirinin Hikayesi…

Bağdat doğumlu şair Ahmet Haşim, Fizan mutasarrıfı babası Arif Hikmet Bey ile 1891’de altı yaşındayken İstanbul’a geldiğinde, Türkçe yerine Arapça bilen bir çocuktur. Galatasaray Mektebi’ne 12 yaşında başlamasından üç yıl sonra, “Şair Haşim” olarak anılmasına yolaçan “Şi’r-i Kamer”i yazdığında, o günlere özgü Arabi ve Farisi çok sayıda kelimeyi kullanmasının nedeni de bu dillere daha aşina olmasıdır. 

Haşim’in Galatasaray’dan arkadaşı Abdülhak Şinasi Hisar, bu şiirin, Haşim'in bütün hayatınca devam eden kafiye yanlışlarıyla dolu olduğunu ifade eder:

Şİ'R-İ KAMER: AY'IN ŞİİRİ

Şi’r-İ Kamer, ay’ın şiiridir. İçinde ismi söylenmeyen şehir, o zamanki Fuzuli’nin diyarı olduğunu bildiğimiz, Bağdat’tır. Hafızamızda hala Binbir Gece Masalları’na karışan hem muhteşem hem esrarlı görünen Bağdat.. (…) Şairin annesi akşam, gece saatlerini sever. (…) Çocuk, annesinin yanındaki zamanlarda duyduğu bütün hisleri, bütün sesleri, duymaya koyulur. Annesi, her akşam, ay’ın doğmasını bekler. Yanında ‘puşide’ (örtülü), ‘kamer gözlü kadınlar’ görülür. Duyulan sesler, kendinin ilanihaye duyacağı, her zaman hatırlayacağı seslerdir. Kadın sesleri, köpek sesleri, gecenin yeisine ağlayan bir bülbül sesi, 

Bir giryeli (gözyaşlı) ses, belki kadın, belki de erkek
Söyler gecenin şi’rine bir aşk, bir ahenk…

“Bütün bu sesler, bir daha unutulmayacak ve mukaddes hatıralar halinde ilanihaye duyulacaktır. Şairin her mısraında yad etmek ihtiyacını duyacağı bu hatıralardır. Nakşolunacak bütün bu hatıralar, bilhassa, annesini kaybedince dünyada yalnız kalmanın duyuracağı hicran ve buhran duygularıdır. Bütün hislerini hep hatıralar halinde duyurur.

Hep hatıralardır ki geçen günlere inler,
Hep hatıralardır ki ziyan ufku sararken
Sessizce gelir hepsi gezer ruhumu birden…

Şi’r-i Kamer, çocukluk zamanlarının hatıraları olduğu gibi, o bunları daima birer zevk ve birer hastalık gibi duyardı. 

"BAĞDAT'A DÖNMEDİ"

Ahmet Haşim'in, biraz çocukça kalan ilk manzumelerini bitirdikten sonra derhal halis bir şair mizacıyla, güzel sandığımız nice mısralarını atarak, onların yerine gizlice ruhunda duyduğu mahrem ahenkleri duyurabilmek için her mısraında asıl şiir cevherini bulmak için, yaptığı cehd ve ısrar, bir sihirbazın mucizesine benziyordu. Şi’r-i Kamer, ayrı ayrı parçalar halinde yazılıyor, mısralar değiştikçe daha güzel, daha müessir oluyorlar ve bunlar sonuncu şekillerini alıyorlardı. (…)
“Senelerden sonra Ahmet Haşim daha yeni yazdığı güzel şiirlerini Göl Saatleri’nde toplarken bu Şi’r-i Kamer’ini, bu ilk kitabına ithal etmek istememiş ve bunu ancak ikinci kitabı olan Piyale’yi tab ettirirken onun içine almıştı. (…) Ahmet Haşim, hiçbir zaman Bağdat’a dönmek ve doğduğu bu yerleri tekrar görmek ihtiyacını duymamıştı. Hatta oradan kendisine küçük bir irad getiren yeri satıp orasıyla rabıtasını büsbütün kesmeyi tercih etmişti.”

(Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı, Abdülhak Şinasi Hisar, YKY Yayınları)

Sanatçı dehası nedir? Balzac, Mikelangelo, Bach…

Fransız düşünür Alain (Emile Auguste Chartier), dehanın içten gelen çok doğal bir dışavurum olduğunu düşünür ve bunun için Balzac, Mikelangelo ve Bach’tan örnekler verir:

“Ben Balzac’ta bir kez olsun güzel şeyler yazmak amacıyla karşılaşmadım. Onda, daha çok doğru yazma eğilimi var. O, yalnızca buna bakar. Tıpkı, su kemerlerinin yalnızca sağlamlığına bakıldığı gibi…
Mikelangelo’nun mektuplarını okudum. Sizin de okumanızı salık veririm. Bir duvarcının işyerine girdiğinizi sanacaksınız. Anlaşılan, bu olağanüstü kişi, düşünmüyordu güzelliği. Bir eseri bitiriyor, ardından bir başkasına başlıyordu. Biricik kaygısı mermerleri oymak ve cebinde taş ocağı işçilerine, sandalcılara, arabacılara ödeyecek parayı bulunmaktı. O, hiçbir zaman, ‘iyi esinler (ilhamlar) geleceğini umuyorum’, demedi; yalnızca şunu dedi: ‘Bol gereç ve zaman bulacağımı umuyorum. Yeni papanın da öncülünün (selefinin) tasarılarını sürdüreceğini umuyorum.’ Onun için önemli olan, ancak uzun ve güç çalışmalardı; ne gerçekleştirilecek bir yetkinlik (mükemmellik) ne de belirtilecek duygular umurundaydı. Sert bir insandı: Zor örnekleri seçen, kendini tüm işine vermiş, tasalı bir insan. Hiç kendini düşünmeden, karşılık beklemeden, ün ve şan kaygısına kapılmadan yaşadı. Başka hiçbir sanatçının onun kadar kendinden kaçabileceğini sanmıyorum. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, onda deha ‘yapmasını bilmek’ten başka bir şey değildi. Beğeni eksikliğinde bile işçilik eksikliği görmesi bundandı. Bach da kötü bir müzisyen için aynı şeyi söyler: ‘O, işini bilmiyor.’

“İşte bu, dehaya vergi bir görüştür.”

(Edebiyat Üstüne Söyleşiler, Alain, Say Yayınları)

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Attila İlhan’ın, Simone de Beauvoir’la Tanışması…

Attila İlhan, 1960’da Fransızcayı edebi bir dil olarak geliştirmek amacıyla yeniden Paris’e gider ve Fransız arkadaşının teşvikiyle Fransızca bir roman yazar. Ama bunu bir yayınevine göndermek istemez, çünkü dilinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Arkadaşı Claude, “Bunu Simone de Beauvoir’a gönderelim” der. İlhan romana, kısa bir mektup ekler ve “Ben bir Türk yazarım, şu an Paris’te yaşıyorum. Bir roman yazacaktım, Fransızcam gelişiyor mu diye Fransızca yazdım, olmuş mu, bir gözatabilirseniz falan… Fikriniz benim için kıymetlidir falan…” diye yazar.
Ama gönderdikten sonra pişman olur çünkü Beauvoir’ın romanını okuyacağına inanmamaktadır, “Lüzumsuz yere gönderdim.” diye düşünür.

“ROMANCILIĞINIZDAN ŞÜPHE ETMEYİN...”

Ama bir hafta kadar geçtikten sonra, “Okunmaz bir el yazısıyla” Beauvoir’ın mektubu gelir: “Kitabınızı okudum, çok enterasan buldum. Bana göre, Türkiye’yi Nazım’dan daha gerçekçi anlatıyorsunuz. Kitabınız çok ‘Türk’, keşke biraz ‘Fransız’ olsaydı.” demektedir. Beauvoir ayrıca İlhan’a kitabı hakkında görüşmek için randevu vermiştir. 

Attila İlhan, Beauvoir ile görüşmesini ve onun hakkındaki izlenimlerini de anlatır:

“Tabii telaşa kapıldım, Fransızcamın yeterli gelip gelmeyeceğinden endişeleniyorum yine. Randevu verdiği kahveye gittim. Simone de Beauvoir acuze kılıklı bir kadınla oturmuş, masada sohbet ediyor. Önce o görüşmenin bitmesini bekledim. Kadın kalksın gitsin diye bekliyorum, giden yok. Sonunda baktım, başka çare yok, başına dikildim. Baktı, ‘Aaa, siz o musunuz?’ dedi. ‘Oturun,’ dedi. İşte orada konuştuk. ‘Bu roman,’ dedi, ‘Fransa’da rahatlıkla yayımlanır, mesele de olur. Romancılığınızdan hiç şüphe etmeyin. Üstelik bir üslubunuz da var. fakat bana sorarsanız Gallimard’ı tavsiye etmem…’ Şimdi burada gereksiz bazı şeyler söyledi Gallimard Yayınevi için. ‘Başka bir yayınevine bakalım,’ dedi ve ‘Ve eğer burada kalıp bundan sonraki romanınızı Fransızca yazarsanız, iyi olur…’ Böyle diyor. Ben çok teşekkür ettim ve kadından ayrıldım.”

“BEAUVOİR ASİLDİ, AMA…”

Simone de Beauvoir iki ayrı izlenim bıraktı bende. Bir profesör edasıyla konuşuyordu… Bir tarafıyla hoşuma gitti, bir tarafından rahatsız oldum. Hoşuma giden tarafı, asildi. Margot’tan farklı bir asil. Öyle yukarıdan bakan bir edası yoktu, kesinlikle yoktu. Dolaysız, direkt bir insan. Hoşuma gitmeyen tarafı, aşırı bir rasyonalizm gördüm onda. İşin duygusal, çoşku yanı onu hiç ilgilendirmiyor. Basılır mı basılmaz mı, ona bakıyor. Pek de sanatkarca bir yaklaşımı yok."

Attila İlhan, bunlar olurken bir yandan da Fransa’da sürekli oturma izni almak için çabalamaktadır; tam o sırada babasının ölüm haberi gelir ve Türkiye’ye kesin dönüş kararı alır. 


FRANSIZCA DÜŞÜNME KORKUSU 

Attila İlhan'ın, bunun öncesinde de Türkiye’ye dönüşü ciddi olarak düşünmeye başlamasının başka bir nedeni daha vardır:

“Dört beş mısralık bir şiir söyleyeceğim, belli, geliyor, mısralar oluşuyor. Ezberlemeye çalıştım. Ben öyle yaparım, ezberde tutarım. Eve gelince, vahameti farkettim. Fransızca! Şiir Fransızca geliyor! Buna çok üzülmüştüm. Sonra onu Türkçe yazmaya kalktım. Orada da başka bir sorun çıktı karşıma: Türkçeye çevrilmiyor. Yani bir şiiri başka bir dile çevirmek zor, hele şairin kendisi için. (…) Olay beni çok rahatsız etmişti. Babamın vefatı bu dürtüyü, dönmek dürtüsünü kesinleştirdi, hakikate çevirdi. Anneme telgraf çektim, geliyorum diye.”

(nam-ı diğer kaptan, ‘Attila İlhan’ı Dinledim’, Söyleşi: Selim İleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)