Translate

22 Haziran 2010 Salı

BİR TÜRKİYE ROMANI

Çok az kitap bir ülke insanlarının kimliğini bu kadar net ortaya koyabilir.

İrfan Orga’nın, BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ adlı anı kitabı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ürkütücü hızda gerçekleşen değişimi ve bunların tek tek insanlar üzerindeki etkilerini anlatması nedeniyle son derece önemli.

Kurgusuyla bir roman hissi uyandıran anı kitabı, insanın kendisini zaman zaman, “Bu bir roman değil, bunlar gerçek.. ama inanılır gibi değil!..” dedirtecek kadar çarpıcı ve etkileyici.
Tarih kitaplarından genel hatlarıyla okuduğumuz bir dönem, bir İstanbul ailesinin günlük yaşamına yansıyan inanılması güç gerçekliğiyle karşımıza çıkıyor.

Öylesi bir dönem ki:

Birinci Dünya Savaşı.. İstanbul’un işgali.. Kurtuluş Savaşı.. Cumhuriyetin kuruluşu.. Kuleli ve Harbiye’nin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi.. Hava Kuvvetleri’nde pilotluk.. İngiltere ve İrlanda’da, İrlandalı bir eşle kurulan yeni bir hayat  ve bütün bu süreçte İrfan Orga ve aile fertlerinin yaşadıkları…

Önce 1950’de İngiltere’de İngilizce olarak yayınlanan kitap, Türkçe’ye ancak 1990’larda bir akademisyenin çabasıyla çevrildi.

Tarihi öğrenme hevesini ortadan kaldıran bir eğitim sisteminden geçen bu ülke insanları için, BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ gerçek bir dost ve bu açığın bir bölümünü kapamaya aday...

PORTRAİT OF A TURKİSH FAMİLY, yabancılar için de gerçek bir Türkiye hikayesi…

Hem içerden hem de dışarıdan bakanlar için o bir Türkiye romanı…

(İrfan Orga, Bir Türk Ailesinin Öyküsü. Everest Yayınları)

19 Haziran 2010 Cumartesi

TURGUT UYAR Neden Bölünüyor?

Yapı Kredi Yayınları, Türk Edebiyatı’nın temelini oluşturan yazar ve şairlerin eserlerinin toplu yayınları kapsamında 2002 yılında Turgut Uyar’ın bütün şiirlerini BÜYÜK SAAT adıyla kitaplaştırmıştı.

İkinci Yeni’nin diğer şairleri için de aynı yöntem uygulanmıştı.

BÜYÜK SAAT, diğer toplu eserler gibi Turgut Uyar’ın acemilik günlerinden, olgunluk şiirlerine ve yayınlamadıklarına kadar uzanan, şairi tanımayan yeni kuşaklar için olağanüstü öğretici ve zevkli bir yolculuk sağlıyordu.

Daha sonra hangi amaçla bilinmez, BÜTÜN ŞİİRLER, doğal olarak subjektif seçimlerle bölünüp-
parçalanıp, ayrı ayrı kitaplaştırılmaya başladı.

İlk olarak 2008 yılında GÖĞE BAKMA DURAĞI seçkisi Doğan Kardeş serisinden yayınlandı.
Son olarak da buna bu yıl YİTİKSİZ eklendi.

Bunlar da tabii ki Turgut Uyar’ın kendisi…

Ama bu parça/bölmelerin şairin kendisinin yaptığı tercihlerle hiçbir ilgisi yok.

Yayınevi, bir nedenle BÜTÜN ŞİİRLER’i kendi tercihlerine göre bölerek ayrı ayrı kitaplar halinde yayınlıyor.

Şairi zaten bilip tanıyanlar için sorun olmayabilir ama ya diğerleri?..

Şairin onayı dışında yapılmış tercihlerle bu kitaplardan birini okuyan birinin Turgut Uyar hakkında varacağı kanattan kim sorumlu olacak?
Mutlaka tümünü mü okumalı insan denilebilir... Hayır!

İnsan bir baştan bir sondan da okuyabilir ama şairin bütünselliğini bilerek yapar bunu, aksi, şaire büyük haksızlık değil mi ve bu haksızlığı yapmaya kimin hakkı var?..

(Turgut Uyar, Yitiksiz/Göğe Bakma Durağı/Büyük Saat, YKY Yayınları)

HALİDE’leri Karşılaştırın!

İpek Çalışlar’ın, Halide Edip Adıvar’ı anlattığı HALİDE kitabının çok satanlar arasına girmesinden hemen sonra bu sefer Frances Kazan’ın HALİDE’si de cep boy olarak yayınlandı.

Rum bir Osmanlı iken NewYork’a göçeden yönetmen (1909-2003) Elia Kazan’ın eşi olan Frances Kazan, bir İngiliz ve NewYork Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı üzerine master yapmış, üstelik tez konusu olarak Halide Edip Adıvar’ı seçmiş.

HALİDE’S GİFT adıyla İngilizce’de yayınlanan kitap, 2001 yılında Türkçe’de, HALİDE/Bir Başkaldırının Romanı adıyla çıkmıştı. Geçen sürede kitabın baskısı tükenmiş olmasına rağmen yeni baskısı yapılmamıştı taa ki, İpek Çalışlar’ın HALİDE EDİP’i/Biyografisine Sığmayan Kadın yayınlanana kadar.

Everest Yayınlarından çıkan Çalışlar’ın HALİDE’si, tarihi kişiliğin çarpıcı ve tartışmalı yanlarına vurgu yapması ve gazetelerde yayınlanan söyleşiler sayesinde geniş bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmeyi başardı.

FEMİNİST OSMANLI KADINI

Şimdi kitapçılarda iki ayrı HALİDE var…

Okuyucu, biri Türk diğeri İngiliz/Amerikalı iki kadın yazarın bakış açısını karşılaştırabilecek…
Biri, bir gazeteci tarafından Türkiye’den geriye bakılarak yazılmış bir kitap…

Diğeri Adıvar’ın Amerika’daki yılları da dikkate alınarak, “Feminist bir Osmanlı ve Cumhuriyet kadınını” anlatan bir kitap…

Kazan’ın ayrıca, Adıvar’ın 1928 yılında Amerika’daki bir dizi konferansta dile getirdiği görüşlerinden yola çıkarak yazdığı HALİDE EDİP VE AMERİKA adlı 1995 yılında yayınlanmış bir kitabı daha bulunuyor.


Bu kitabın yeni baskısının yapılmasının da tam zamanı…

Kazan, kendisine yöneltilen “Neden Halide Edip?” sorularına karşılık, “Onun, benim dikkatimi çekmesinin nedeni kitaplarını İngilizce yazmış olmasıydı. Eğer İngilizce yazıyor olmasaydı yazılarını hiçbir zaman okuma fırsatı bulamazdım” diyor.

Türk yazarlarının eserlerinin yabancı dillere çevrilmesinin önemi bir kez daha kanıtlanıyor.
İlgilenenlere duyurulur...

(İpek Çalışlar, ,Halide Edip, Everest Yayınları)
(Frances Kazan, Halide, Galata Yayıncılık)

15 Haziran 2010 Salı

PUŞKİN’den Yaratıcılık İpuçları

Bir dilin ancak şair ve yazarlarıyla gelişip, ayakta kalabileceği tezinin kanıtlarından biri, Rus şair ve yazarı Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’dir .

Puşkin, Rus dilinin en önemli köşe taşlarından biri olarak kabul edilir.
Puşkin, 1799-1837 tarihleri arasındaki 38 yıllık kısa yaşamına rağmen, kendisinden sonraki Dostoyevski, Tolstoy da dahil Rus edebiyatının devlerini derinden etkilemiştir.

“ONEGİN KITASI”

Puşkin, şiir-roman Yevgeni Onegin'i, yedi yılı aşan bir sürede yazmıştır.

Yevgeni Onegin’i Türkçe’ye çeviren Kanşaubiy Miziev-Ahmet Necdet’in verdikleri bilgiye göre, Puşkin, Yevgeni Onegin’i yazarken, yepyeni bir şiir kıtası oluşturur. Edebiyatçılar bunu, “Onegin Kıtası”  olarak adlandırırlar.

“ ‘Onegin Kıtası’, anlam yapısı itibariyle önce bir fikir verir, sonra onu geliştirir, zirve noktasına ulaştırır ve son iki dizesiyle bağlar; böylelikle, başlangıçta ileri sürülen fikrin sonuna kadar nasıl hareket ettiğini gösterir. Kıtalar, kendi içinde bütünlük sağlamakla kalmaz, aynı zamanda aralarındaki bütünlükle bir romanın örgüsünü oluşturur.”

YENİ EDEBİ TÜR
 
Puşkin, Yevgeni Onegin’i o güne kadar alışılmış türlerin dışında bir tarzda yazar:

“Okuyucuyla rahat ve samimi bir havada sohbet ve hareket etmek için şaire düzyazıda uzun uzun anlatabileceği fikirleri dar kalıplar içinde sıkılmadan sonuna kadar götürebilme imkanını vermektedir. Bu yöntemle şair rahatça zaman ve mekanları değiştirmekte, şiirsel imgelerle hem kendine hem de topluma ait genel yasalardan sözetmektedir. (…)

PUŞKİN DE KAHRAMAN

“Şair her şeyden söz açabilmektedir. Rus tiyatrosu ve dönemin ünlü balerinlerinden, Fransız yazarlarının eserlerinden ve Fransız şaraplarının kalitesinden, Lord Byron ve Adam Smith’ten, Napoleon ve amcaoğlu Buyanov’dan, köy ve şehir hayatından, doğa manzaralarının güzelliğinden… Şairin dünyası sonsuzdur ve roman kahramanlarının aşkı bunun bir parçasıdır. Böyle olmasaydı, bu aşk ancak sıradan bir melodram, ümitsiz ve kırık bir aşk hikayesi olarak kalırdı. Bundan dolayıdır ki, Puşkin’in kendisi de roman kahramanlarından biridir.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

PUŞKİN’den İğneleyici Dizeler

19. yüzyıl başında yaşayan Rus şairi Puşkin
Yevgeni Onegin adlı şiir-roman'ında toplumuna ve çağına eleştirel gözle bakmış, dizelerinde çoğunlukla alaycı ve iğneleyici bir dil kullanmıştır:


“Ne ki pantolon, jile, frak,
Tüm bu sözler Rusçada yok;
Mesela, görüyorum, lütfen,
Zira cılız sözlüğüme
Çok az yabancı kelime
Alabilirdim elbette ben,
Eskiden göz atsam bile
Akademi Sözlüğü’ne.”
***
“Çoktan bulmak gerekiyordu,
Neydi bu hastalığın sebebi,
İngiliz spleen’ine benziyordu,
Kısaca: İslav kederi
***
“Ben portremi çizdim sanki,
Mağrur şair Byron gibi,
Şiir yazmak başkası için
Sanki zora koşar bizi,
Çizeriz hep kendimizi”
***
“Liriyle dolaştı cihanda,
Schiller, Goethe göğü altında
Gönlü yanıp tutuşmuştu,
Şiir ateşiyle pişti.”
***
“Ve Lord Byron kaprisi ile
O sıkıcı romantizme
Katmıştır bencilliği de.”
***
“Yavşak düzyazıya düşerim:
Sonunda eski tarz roman
Yoracak beni o zaman
Küstahlıkların kederini
Korkunç şekilde çizmem ben,
Anlatırım basitinden
Rus aile öykülerini,
Aşkın sihirli düşünü,
Törelerin doğuşunu.”
****
“Rusçası ne yazık ki azdı,
Dergilerimizi okumazdı,
Kolay değildi konuşmak
Kendi diliyle tanışmak,
Fransızca yazardı… gerçek!
Tekrarlıyorum yeniden:
Rusça ilanı-ı aşk eden
Şanlı dilimiz uysa da,
Postane düzyazısına.
Bilirim:bayanlar için güç
Rusça okumak. Bin beter!”
***
“Bu, üç aşağı, beş yukarı,
Şairin hoş uydurmaları,
Veya gerçeklikler, bilin,
Ama ne Vergilius ne Racine
Ne Scott, ne Byron, ne Seneca,
Ve ne de Moda Dergisi,
Dostlar, tek o, Martın Zadeka,
Bilgelerin en yücesi,
Falcı, rüya yorumcusu.”
***
Byron’dan Gavur ve Don Juan,
Bu arada iki üç roman
Yansıttı yüzyılımızı,
İnsanıyla dünyamızı,
Oldukça doğru betimledi
Ahlak dışı yönleriyle,
Bön ve bencil yanlarıyla,
Sonsuz hayalleri imledi,
Aklı ile öfke duyan,
Boş icraatla kaynayan.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

“Rus Hayatının Bir Ansiklopedisi” : YEVGENİ ONEGİN

Rus eleştirmen V.Belinskiy’in, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in şiir-romanı Yevgeni Onegin’le ilgili yorumları, bu eserin Rus edebiyatı için önemini gösterir:

“Öncelikle bu romanda biz, Rus toplumunun gelişmesindeki en ilginç dönemlerden birinin şiirsel manzarasıyla buluşmaktayız. Yevgeni Onegin, kahramanları arasında tarihten alınmış hiçbir kişilik olmamasına rağmen, tam anlamıyla tarihsel bir yapıttır.

“Kendi yapıtında şair(Puşkin) o kadar çok şeye temas etmiş, o kadar çok şeyi ima etmiştir ki, o yalnızca Rus doğasına ve Rus toplumsal hayatına ait bir yapıttır!(…)

“Diyebeliriz ki Yevgeni Onegin romanı, Rus hayatının bir ansiklopedisidir.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

9 Haziran 2010 Çarşamba

Dostoyevski'nin Yazamadığı Roman

"1871 yılında ise, o sıralarda elli yaşında olan Dostoyevski kumarı gerçekten bırakır. Tutkusu artık dinmiştir. Bundan kısa bir süre sonra karısı ve kızıyla birlikte yeniden vatanına döner. Gerçi hale borçları vardır ve sıkıntıları gittikçe daha dayanılmaz olmaktadır; bununla birlikte, artık gerçekten dönmüştür. İçinde yaşadığı çağın sorunlarına ve bazı günlük olaylara ilişkin görüşlerini içeren Bir Yazarın Güncesi adlı kitabını yayınlar. Genci ve yaşlısıyla birlikte sayısız okurlar ona başvurarak tavsiye ve teselli istemekte, ona yaşamın anlamını sormaktadırlar. Herhangi bir yerde eserlerinden parçalar okunduğunda, çevresi hemen kalabalıklaşmaktadır.

SATIŞA ÇIKAR VE TÜKENİR

"Puşkin'i anma konuşmasının ardından herkes tarafından çılgınca alkışlanır; yaşlı Turgenyev bile önünde eğilip onu kucaklar. Dostoyevski on yıl, belki de daha uzun bir süre boyunca asıl büyük eserinin, opus maximum'unun, büyük günahkarın romanı olacağını düşünür; bu arada Karamazov Kardeşler'i yazmayı sürdürmektedir. Kitap, satışa çıkar çıkmaz tükenir. Dostoyevski, yayıncısına son bölümü gönderdiğinde, şöyle der:

'Romanım artık bitti. Üzerinde üç yıl çalıştım. İzin verirseniz eğer, size veda etmeyeceğim. Çünkü daha yirmi yıl yaşamak ve yazmak istiyorum.'

"BÜYÜK GÜNAHKARIN YAŞAMI"

"Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'in planladığı devamını getiremedi; Büyük Günahkarın Yaşamı adlı romanı da yazamadı; çünkü yukardaki mektuptan iki ay yirmi gün sonra geçirdiği bir kanama sonucu öldü. Dostoyevski, 31 Ocak 1881 günü Alexander Nevski Manastırı'nda toprağa verildi. Buz gibi soğuğa karşın son yolculuğunda ona eşlik etmek üzere yaklaşık otuz bin kişi toplandı."

(Parçalanmış Gerçeklik, Manes Seperber, Can Yayınları)

8 Haziran 2010 Salı

Nasıl şair olunur?

Şair Rainer Maria Rilke, Paris’te heykeltıraş François-Auguste Rodin’e bir sanatçı olarak nasıl yaşaması gerektiğini sorduğu zaman Rodin’in karşılığı kısadır: “Çalışmak, yalnızca çalışmak ve sabretmek.”

Rilke’nin yaşamöyküsünü, Kalbin İşi kitabında anlatan Stefan Schank, Rodin’in bu sözlerinin Rilke’nin “sanatsal amentüsü” olduğunu belirtir. Rilke karısı Clara’ya mektubunda, “Rodin, insan için eşsiz bir örnek” diye yazar. Rilke, yaşamı boyunca sadece Rodin’den değil, sanatını olgunlaştırmasını, daha güzel şiirler yazmasını sağlayacak her fırsattan yararlanır. Rilke de Rodin gibi, “sanatın belli bir amaçtan bağımsızlığına” inanır.

RODİN'DEN İPUÇLARI

Kalbin İşi’nden, Rilke’nin, Paris günlerinde Rodin’den sanatı için ipuçları keşfetmekle yetinmediğini, Louvre’da Boticelli, Leonardo ve Antikçağ sanatçılarına saatlerini ayırdığını, Fransız Milli Kütüphanesi’nde modern Fransız yazarları Geffroy, Baudelaire, Flaubert ve Concourt Kardeşleri okuduğunu, Ortaçağ katedrallerinin röprodüksiyonlarını büyük bir titizlikle incelediğini, Sire Jean Froissart’ın Malte’deki tarihi kişiler için önemli bir kaynak oluşturan Croniques’ini okuduğunu öğreniyoruz.

ÇEKÇE,FRANSIZCA,LATİNCE, YUNANCA,DANCA ÖĞRENİR

Aslında Rilke, daha sonra Malte Laurids Brigge’nin Notları kitabına bir bölümü yansıyacak Paris günlerindeki bu çalışmalarının benzerlerini gittiği diğer bütün Avrupa şehirlerinde de geçekleştirir. Alman dilli şair, çocukluk ve gençlik yıllarında Çekce, Fransızca, Latince ve Yunanca öğrenir. Rusya’ya gitmeden önce Rusça bu dil hazinesine eklenir; Rus tarihi ve Rus edebiyatı kaçınılmaz olarak zihinsel sanat deposunda yerini alır. Floransa’da İtalyan Rönesansı ile ilgilenir. Daha sonraki yıllarda da Danca öğrenir. Ayrıca Grimm Kardeşlerin Almanca Sözlüğü üzerinde çalışır.

GENÇ ŞAİRE MEKTUPLAR

Rilke’nin hayatı adeta “Nasıl şair olunur?” sorusuna verilmiş uzunca bir karşılıktır. Kendisinden şiir konusunda tavsiyeler isteyen askeri okul öğrencisi Xaver Kappus’a yazdığı ve ölümünden sonra yayınlanan mektuplardan oluşan Genç Şaire Mektuplar’da anlattıkları ise bu hayatın çok çok kısa bir özetinden başka birşey değildir. Ailesinin baskısıyla birçok okula girer çıkar; askeri okuldan, ticaret akademisine, hukuktan, felsefeye kadar birçok okulda tutunmaya çalışır ama tek nefes alabildiği alan şiirdir, öyküdür.

Sanatı için, hayatını çoğu zaman bir cehenneme çeviren depresyonunun tedavisine izin vermez. Rilke, o yıllarda Freud rüzgarının etkisiyle yaygınlaşan psikanalizden, sanatçı olarak yeteneğini olumsuz etkileyeceğini düşünerek vazgeçer; ruh hekimleri yerine yazmanın kendisi için daha iyi bir terapi olduğunu düşünür. Rilke için bir başka terapi yolu da yer değiştirmelerdir. Rilke, yaratı sürecini harekete geçirmek için Avrupa’nın bir köşesinden bir başka köşesine sürekli gezer.

ACININ ŞAİR İÇİN İŞLEVİ

Rilke, çektiği acılar ve sıkıntılarını, yaratı sürecinin bir parçası olarak görür ve büyük bir sabırla bunlara katlanır. Rilke, Kappus’ta yazdığı bir mektupta, “Sevgili Kappus, bir hüzün, şimdiye dek bir eşine daha rastlamadığınız kadar devcileyin bir hüzün gelip dikildi mi karşınıza, sakın korkuya kapılmayın. Bir tedirginlik, bir ışık demeti ya da bir bulutun gölgesi gibi elinizin üzerinden kayıp gitti mi, ürkmeyin sakın. Size bir şeylerin olup bittiğini düşünün; yaşamın sizi unutmadığını, sizi elinden tuttuğunu aklınızdan geçirin; yaşam, sizin düşmenize fırsat vermeyecektir. Ne diye bir tedirginliği, bir acıyı, bir hüznü yaşamınızın dışında bırakmaya çalışıyorsunuz? Bunların sizin varlığınızda ne işlevler gördüğünü bilmiyorsunuz ki!” der.

KADINLAR

Rilke’nin, hayatına giren kadınlarla ilişkilerinde de önceliği sanatındadır, yaratma sürecine engel olduğunu düşündüğünde ilişkiye son verir. Sonuncular adlı öyküde, kişilik olarak Rilke’ye benzeyen Harold, kendisine çok bağlı olan Marie için şöyle der: “Tasarladığım gelecekte bir yer yok kendisine. Yaşam alanı dar ve benim bu alana pek çok şey yerleştirmem gerekiyor.”

Rilke, on öyküsünün yeraldığı Sonuncular’da şiir dilinden vazgeçmez. “Sanki havaya kaldırdığı ellerinde gözlerimizi kamaştıran bir şey tutmuş, salondakilere gösteriyordu. Birden ağırlaştı gölgelerimiz, gölgelerimizden soyunduk ve salonda dikilmeye başladık: Onun ışığından bir ışık, onun kalbinden bir kalp olduk” derken de, “Kendi zamanımın sahibi değilim” ya da “Öyle çok iş oluyor ki artık, sanki kalplerde hiç gündüz olmayacak- tıpkı dışarıdaki gibi.” ve “Çocukluk herşeyden bağımsız bir ülke. İçinde kralların yeraldığı tek ülke” derken de şiirsel zamanı kullanır.

LOU ANDREAS SALOME

Rilke’nin yaşadığı sürece en çok etkilendiği kadın, “Zürih’teki Politeknik Okulu’nda felsefe, teoloji, karşılaştırmalı dinbilim ve sanat tarihi okumuş, çok zeki, kendinden emin, Avrupa’daki entelektüel çevrelerin dikkatini çekmiş, Friedrich Nietzsche biyografisini yazmış, ahlak felsefesicisi Paul Ree’nin, Frank Wedekind’in ve Richard Beer- Hoffmann’ın da aralarında yeraldığı erkeklerle yaşadığı gönül macerarı nedeniyle ünlü olan Lou Andreas Salome”dir.

Rilke, dört yıl birlikte yaşadığı Lou’dan sonra tanıştığı Clara Westhoff ile evlenir. Ruth adında bir kızı olur. Ama evliliği de babalığı da sürdüremez. Sürekli maddi sıkıntı çeken Rilke, evliliğin ve çocuğun getirdiği ek maddi yüklerle çok bunalır.

DUİNO AĞITLARI

1904 yılında maddi durumunun giderek kötüye gitmesi üzerine, “Bizimle ilgilenecek, bize el uzatacak varlıklı birini biliyor musun” sorusunu yöneltir bir dostuna. Bu dönemde Rilke, Kontes Luise von Schwerin’le tanışır ve Kontes de onu birçok varlıklı ve nüfuzlu kişiyle bir araya getirir. Bundan sonra Rilke’nin hayatı kendisini himaye eden soyluların Avrupa’daki saray ve köşklerinde geçer.

Rilke, 18. yüzyılın büyük bestecileri Handel, Bach ve Haydn’dan daha şanslıdır, çünkü “efendilerinin” istediği zaman değil, sadece ilham geldiğinde eserler verebilecektir. Rilke, Orta Avrupa aristokrasisinin elit kesiminin temsilcisi olan Prenses Marie Taxis’e ait Adriyatik Denizi’nde yeralan ve savaşta ağır zarar görmüş olan Duino Şatosu’nuda kaldığı 1911-12 kışında, “Duino Ağıtları” adını vereceğini ağıtlardan ilkini yazmaya başlar ama 853 dizeden oluşan on şiirlik Duino Ağıtları’nın yazımı kolay olmaz; Rilke ancak on yıl geçtikten sonra Muzot Kulesi’nde ağıtların yazımını tamamlar ve bunu herkese müjdeler.

WİTTGENSTEİN'DEN HEDİYE

Rilke’nin bir başka şansı da kuzeni dışında birinden de miras kalmasıdır. “Savaşın başlamasından kısa süre önce bir mirasa konan ve parayı dünya görüşüyle ilgili nedenlerden yalnızca kendisi için harcamak istemeyen matematikçi ve dil filozofu Wittgenstein 20 bin Kron tutarında bir miktarı hediye olarak, ilkin paranın kimden geldiğini bilmeyen Rilke’ye yollar.”

GÜL DİKENİ

Rilke son günlerini de İsviçre’de sanat eseri koleksiyoncusu ve sanatçıların elinden tutan kardeşlerden Werner Reinhart’ın satın aldığı Muzot Kulesi’nde geçirir. Burada yeni keşfettiği Paul Valery’nin şiirlerini Almanca’ya çevirir. 1921-22 kış aylarındaki yoğun çalışmalardan sonra bazı sağlık sorunları ortaya çıkar ama doktorlar bunun psikomatik bir rahatsızlık olduğunu düşünürler. Bir türlü iyileşemeyen Rilke vasiyetini kaleme alır ve hasta yatağında yanında rahip görmek istemediğini belirtir. Rilke’nin sağlığıyla ilgili gerçekleri ortaya çıkaran ise bir gül koparmak isterken eline batan dikendir. Önceleri zararsız görünen yara çok kısa sürede vücuduna yayılır. Sonuçta doktorlar asıl hastalığının akut löseminin çok seyrek görülen bir türü olduğunu farkederler. Rilke’nin sanata adanmış hayatı 29 Aralık 1926’da son bulur.

(Rilke, Kalbin İşi/ Sonuncular/ Genç Şaire Mektuplar/ Auguste Rodin, Cem Yayınevi)
(Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Adam Yayınları)
(Rilke, Duino Ağıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları)

Radikal Kitap

Thomas Mann’ın oğlu olmanın önlemez ıstırabı!

Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi’ni 1901 yılında yayınladığında henüz büyük oğlu Klaus Mann doğmamıştı. Klaus, beş yıl sonra dünyaya geldiğinde, babası sadece Almanya’da değil, yurtdışında da tanınan, kitapları birbiri ardına baskı yapan bir ünlü yazardı.

Thomas Mann, kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nün kapısını açacak Buddenbrook Ailesi’ni yayınladığında sadece 26 yaşındaydı. Sonunda yazar olmaya karar veren Klaus Mann, ilk kitabı olan Çağının Çocuğu’nu yayınladığı zaman da sadece 26 yaşındaydı. Babası gibi bir roman değil, o genç yaşta anılarını yazması yadırgandı ama Klaus’un da ilk kitabı 26 yaşında çıktı. Thomas Mann, 1929 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında 44 yaşındaydı; Klaus Mann 1949 yılında intihar ettiğinde ise 43 yaşındaydı ve ufukta Nobel’i alma şansı görünmüyordu!

BABASININ KİTAPLARI

Bunlar tamamen tesadüf olabilir ama başka bir açıdan bakınca, Klaus Mann’ın aklının ermeye başladığı günden itibaren babasıyla yarıştığı ve sonunda galip gelemeyeceğini anlayınca pes ettiği yorumu da yapılabilir. Çağının Çocuğu, böylesi bir yorumu destekleyici birçok örnekle dolu. Klaus, babasının kitaplarını “tekrar tekrar” okuduğundan sözeder ama bunlarla ilgili ne olumlu ne de olumsuz hiçbir yorumda bulunmaz. Çocukluğunun ilk yıllarında ve ergenlik döneminde Thomas Mann, Klaus’un hayatında varlığı yokluğu belirsiz bir kişi olarak anlatılır ama kitabın sonunda nihayet Klaus içindekini dökmeden duramaz. Birçok dala atladıktan sonra yazar olmaya karar verdiği zaman yayınevlerinde babasının kitapları karşısına çıkar.

"TEHLİKELİ ALINYAZISI"

Klaus, Thomas Mann’ın oğlu olmayı, “tehlikeli alınyazısı” olarak tanımlar: “ Daha huzurlu bir zamanda ya da daha rahat bir alınyazısıyla doğmuş olmayı isteminin bir faydası yok. Çünkü bunu seçmek elimizde değil. Yani her ikisiyle de başa çıkmak gerekiyordu: Hepimizin baş etmesi gereken tehlikeli zamanla ve sadece benim baş etmem gereken tehlikeli alınyazımla.”

OĞUL MANN OLMANIN DEZAVANTAJI

Klaus Mann, babasının ününün başlangıç için kendisine büyük kolaylıklar sağladığını “yadsımadığını” ancak altı ay kadar sonra avantaj gibi görünen bu unsurun bir “dezavantaja” dönüştüğünü anlatır. Klaus, kendi yazdıklarının babasının kitaplarıyla karşılaştırılmasına zor katlanır: “Beni oğul olarak yargılıyorlar. Baştan itibaren, yazdıklarımı bir takma adla yayınlamak suretiyle bu ağır yükten kurtulmayı deneyebilirdim. Ama –hatta böyle bir maske takmış olsaydım, onu korurdum da- kendi hayatımın en acı derdini ki bu aynı zamanda en büyük sorumluluktur, kandırmacalarla sürdürmek doğru mudur?”

Klaus Mann’ın babasına karşı duygularını en iyi ifade eden şey, Çağının Çocuğu’nun 1932 yılında yayınlanmasına karşılık, Thomas Mann’ın 1929 yılında Nobel ödülünü almasından hiç sözetmemesidir. Klaus Mann, bu ödülü, anı kitabında görmezlikten gelmiştir.

DÜNYANIN ÖVGÜSÜ

Oysa Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi’ni yayınlamasıyla başlayan başarılarını daha sonraki yıllarda çoşkuyla anlatır: “Çok geçmeden basında övgü sesleri yükseldi. Yabancı dergi ve gazetelerde de övücü yazılar gittikçe arttı. Baskılar birbirini kovaladı. Üne kavuştum. Öylesine bir başarı kasırgasına kapıldım ki, benzerini iki defa daha yaşadım. Ellinci doğum yılımı kutlarken ve Nobel ödülü aldığımda. Hepsini de benzeri duygularla karşılamışımdır: Kuşkular ve borçluluklarla. Postacının getirdiği mektuplar hızla artıyor, para oluk gibi akıyordu. Resimli dergilerde fotoğraflarım çıkıyordu. Çekingen yalnızlığımın ürünü olan bu eser üzerine yüzlerce yazı yazılıyordu. Dünya övgüleriyle yüceltiyor ve mutluluk dilekleriyle kucaklıyordu beni.
Bu satırlar baba ile oğulun hayatlarındaki çelişkiyi ortaya koyar.

PROUST'UN SORUMLULUĞU

Ne yazık ki, benzer duyguları Klaus Mann hiçbir zaman tadamamıştır. Bunun sorumluluğunu da büyük ölçüde babasına yüklemiş görünmektedir. Küçük yaşlarından itibaren deliler gibi okur, içeriksiz ve sıradan şeyler de olsa sürekli yazar. Onun bütün isteği “bir şey” ve “ünlü” olmaktır; tümüyle buna odaklanmıştır.

Bir anı kitabı kaleme almasından ise Marcel Proust sorumludur. Proust gibi olabilmek için geçmişteki bütün kokuları, tatları hatırlamaya çalışır, anılarını bazen bıktırıcı olabilecek ayrıntılarla süsler ve Proust’ta etkili olan sihrin kendisinde de harekete geçmesini bekler. Ancak sonuçta ortaya ne Kayıp Zamanın İzinde ne de Nobel getirecek bir kitap çıkmıştır; ortaya çıkan sadece çağının sorunlarını da taşıyan kendisidir.


(Klaus Mann, Çağının Çocuğu, Turkuvaz Kitap)
(Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi, Can Yayınları)
Radikal Kitap 

Obama döneminin şifreleri

2012 yılı sonuna kadar Beyaz Saray’da görev yapacak ABD Başkanı Barack Obama daha seçilmeden, iki eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski (Demokrat Başkan Carter’le çalıştı) ve Brent Scowcroft (Cumhuriyetçi Başkanlar Nixon, Ford ve baba Bush ile çalıştı) Amerika’nın yeni yol haritasını çizdiler. Amerika Irak’tan çekilmeli mi, İran’a savaş açmalı mı, Gazze için ne yapılmalı, İsrail barışa nasıl ikna edilmeli, Rusya ve Çin ile ilişkiler nasıl olmalı?.. Bunlar ve diğer birçok sorunu büyük bir açıklıkla tartışan, çoğunlukta ortak noktada buluşan bu iki önemli ismi biraraya getiren kişi ise Washington Post yazarı David Ignatius. Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın şimşeklerini üzerine çekmesinden sonra Türkiye’de ünlenen Ignatius, Amerika ve Dünya boyunca, Brzezinski ve Scowcroft’la yaptığı söyleşiyi tarafsız bir şekilde yönetmiş.

Amerika ve Dünya, Bush ve neo-con’ların politikasına karşı Amerika’da devlet içinde oluşan alternatif çizgiyi temsil etmektedir.

OBAMA'NIN ZEKASI

Öyle ki, Kasım 2008’deki başkanlık seçiminden bir ay önce yayınlanan bu kitabın, Obama da McCain de seçilse, izlenecek politikanın ana hatlarını ortaya koyduğu söylenebilir. Zaten karşıt siyasi çizgilerde yeralmalarına karşılık, Ağustos 2002’de Brzezinski Washington Post, Scowcroft da Wall Street Journal’e yazdıkları makalelerle Irak işgaline karşı çıkmışlardır. Obama yönetimine yakın olarak bilinen bu iki isimden Brzezinski, kitapta, “Obama’yı en baştan beri sevdiği” itirafında bulunur.

Brzezinski, Obama’nın “özgül zekası dışında, onun seçilmesinin kendiliğinden diğerlerinin itibarı için saygı işareti vereceğini” belirtir.

"KORKU ÜRETİLDİ"

Kitap, öncelikle Amerika’nın giderek daha fazla kendine güvenini kaybetmesinin nedenlerini sorgular. Ignatius’un, “(…) bugün Amerika’nın kendisini çok zayıf hissettiği noktaya nasıl geldik? Sanki Amerika’nın gücü bir karanlığa büründü ve etrafı zorluklarla çepe çevre sarıldı…” sorusuna her iki uzmanın itiraz etmeden karşılık vermesi, bu hissiyatın Amerika’daki derinliğini gözler önüne sermektedir. Brzezinski, 11 Eylül’ün Amerika’da “korku kültürü” yarattığını belirterek,“Bence bu korku, ne yazık ki, yardımcı olacağı düşünülerek türetildi ama istenilen olmadı” der.

IRAK’IN BÖLÜNMESİ

Brzezinski, Irak ve Saddam ile ilgili bir “aldatmaca atmosferinin” yaratıldığına dikkat çekerek, savaş yanlıları için, “(…)Yeni muhafazakarlar ve benim kanımca, Rumsfeld (eski Milli Savunma Bakanı) ve Cheney (eski Başkan Yardımcısı) gibi kendi çıkarlarının peşine düşmüş gerçekçiler vardı” görüşünü dile getirirken, Scowcroft, “Bana göre 11 Eylül’den sonra Başkan’ın görüşleri de temelden değişti. Bir çeşit dini çoşku …” gözlemini yansıtır.

Hem Brzezinski hem de Scowcroft, Irak’ın bölünmemesi gerektiğini belirtirler. Brzezinski, Amerika’nın Irak’tan erken çekilmesini savunarak, “Bizim orada bulunmamız Irak’ın bölünmesine katkıda bulunuyor. (…) Irak’ta ne kadar uzun kalırsak, oradan ayrılışımız Irak’ın tekrar birleşmesine o kadar az fırsat verecektir” derken, Scowcroft, “Amerika’nın bu işteki çıkarı, kendisini oluşturan parçalara bölünmeyen bir Irak’tır” der.

Her iki isimin bir başka birleştikleri nokta, Bush yönetiminin İran’a savaş açmamasının çok iyi olduğudur ve bugün artık nükleer silah sorununun çözümü için Tahran’la müzakere yapılmasını önerirler.

ÜÇKAĞITÇI MÜZAKERECİLER 

Şah’ın devrilerek Humeyni’nin gelişi ve ABD’nin Tahran elçiliğinin işgali sırasında Beyaz Saray’da görevde olan Brzezinski, İran’daki rejimin “o kadar da despotik olmadığını” belirterek, “Sözkonusu demokrasi olduğunda, Rusya’da yaşamaktansa, İran’da yaşamayı tercih ederim” der. İran’ın Amerika’da tanındığı gibi bir ülke olmadığının altını özellikle çizen Brzezinski, İran ve Türkiye’nin karşılaştırılması durumunda, eğitim seviyesinde ve kadınların eğitim düzeyinde göze çarpan bir benzerlik bulunduğunu ifade eder. Brzezinski, “İranlılar hakkında öğrendiğim şeylerden biri de çok yetenekli olmalarının yanında çok da üç kağıtçı müzakereciler olduklarıdır” görüşünü dile getirir.

GAZZE VE FİLİSTİN

Her iki uzman da İsrail-Filistin sorununun çözümünün acil olduğunda birleşirler. Brzezinski, “Gazze’deki insanları aç bırakarak İsrail’e olan bağlılığımızı kanıtlamak fikri bana göre esasen etik değil ve siyasi olarak da hayata geçirilmesi zor” derken, Scowcroft, “Bence orada (İsrail’e karşı) yerine getirmemiz gereken özel bir sorumluluğumuz yok. Üçüncü kuşaklarını mülteci kamplarında geçiren Filistinlilere karşı da aynı sorumluluğu taşıyoruz. Bu kamplar, pek çok şeyin yanı sıra, terörün yeşerdiği yerler. (…) İsrail’in bir anlaşmaya varmasının taşıdığı risk, şiddetli derecede düşman bir bölgede kendini soyutlamaya devam ederek güvenlik için ABD’ye dayanmasından çok daha az” sözleriyle Bush yönetiminden farklılığını ortaya koyar.

TÜRKİYE AB’YE GİRMELİ

Hem Brzezinski hem de Scowcroft, Türkiye’nin AB’ye üye olması gerektiğini belirtirler. Brzezinski, “Amerikan bakış açısıyla Türkiye’nin böyle bir (genişlemiş) Avrupa’nın içinde yeralması istenilir bir durumdur, çünkü dışarıda kalmış bir Türkiye’nin Ortadoğu ülkesi olması ve dolayısıyla Ortadoğu’yu Avrupa’ya getirmesi muhtemeldir” der. Scowcroft da, “Avrupa’yı genişletmeyi çok fazla isteyen var. Türkiye klasik bir örnek, çünkü Türkiye coğrafi olarak Avrupa ve Asya’ya uzanıyor. Ne kadar genişlerseniz, daha az bağlı bir yapının ortaya çıkma ihtimali yükselir. Bununla birlikte bence Türkiye’nin AB’ye katılması son derece önemlidir” görüşünü savunur.

ÇİN'E BAĞIMLILIK

Kitaptaki bir tartışmada, Ignatius, Çin ve Japonya’nın, Amerika’nın artan ticaret açığını kapatmak için borç senetleri verdikleri belirterek, Çin’in bunu bir silah olarak kullanıp kullanmayacağını sorar. Scowcroft, “Bazı sebeplerden ötürü, böyle birşeyin yaşanacağından emin değilim. Birincisi, Çin’in bir trilyonun üzerinde ABD banknotu varken, kendi varlıklarını yoketmeden bunu ABD’ye karşı bir silah olarak kullanması mümkün değil. Bu, ortak olduğumuz anlamına geliyor. Yani birbirimize bağlıyız” der. Brzezinski, Irak’taki savaşa mali kaynak sağlamak için Asya’dan borç aldıklarını ve bunun Amerika’nın kendi kaynakları dışında yabancı bir ülkeden borç alarak finanse ettiği ilk savaş olduğunu söyler. Ancak Scowcroft, Birinci Körfez Savaşı’nın finansmanını da Arapların yaptığını ama bunu borç yazmadıklarını bildirir.

Her iki isim de küreselleşmenin risklerini tartışırken, Brzezinski,küresel bir siyasi uyanış” olduğunu ve bunun bir “küresel kaosa” dönüşebileceğini ifade eder. Brzezinski, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi kurumların günümüzde zayıf kaldığını ve değişime ihtiyaçları olduğunu dile getirir.

"AMERİKALILAR BİLGİSİZ"

Brzezinski, önümüzdeki süreçte Amerika’nın dünyaya liderlik edebilmesi için iyi bir lidere sahip olmasının yanısıra “çok daha aydın” bir topluma ihtiyaç olduğunu vurgular: “Bana sorarsanız, Amerikalılar ilginç ve aynı zamanda çelişkili bir biçimde, hem iyi eğitim almış hem de insanı hayrete düşürecek kadar bilgisiz insanlar” der. Amerikalıların diğer ülkelerin tarihleriyle ilgili bilgilerinin olmadığını anlatan Brzezinski, National Geographic’in Amerikalıların coğrafyayı bilmediklerini gösteren çalışmalarına dikkat çeker ve “Üniversiteye giren birçok Amerikalı Büyük Britanya’yı ve savaşın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen Irak’ı haritada gösterememiştir. Araştırmaya katılanlardan yüzde otuzu Pasifik Okyanusu’nu bulamamıştır” sözleriyle şaşkınlığını dile getirir.

(Zbigniew Brzezinski – Brent Scowcroft ,Amerika ve Dünya, Profil Yayıncılık)
Radikal Kitap

Sartre: “Herşeyi Onda Buldum”

Jean Paul Sartre da, Simone de Beauvoir da yılın aynı gününde, 14 Nisan’da ölürler. Başı çeken yine Sartre’dır. Sartre’ın 1980’de, Beauvoir’ın da 1986’da bu dünyadan ayrılmalarından sonra külleri Montparnasse mezarlığında aynı mezar taşının altında olsa da Beauvoir, “Ölümü bizi ayırıyor. Ölümüm bizi birleştirmeyecek. Bu böyle. Yaşamlarımızın o kadar uzun bir süre uyumlu gidebilmiş olması bile çok güzel bir şey” diye yazmıştı.

SARTRE'IN CENAZESİ

Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı cenaze törenini anlatırken de, “Bunun tam da Sartre’ın istediği ve hiç bilemeyeceği cenaze töreni olduğunu düşünüyordum. Cenaze arabasından indiğimde, tabut mezarın içine konmuştu bile. Bir iskemle istedim, bomboş bir kafayla mezarın kıyısında oturup kaldım” der, Sartre’ın son on yılını anlattığı Veda Töreni’nde. Beauvoir, cenaze sonrasında zatürrre olur ve oldukça geç sağlığına kavuşur.

İşte o günlerde Beauvoir’ın en yakınındaki kişi, 1960 yılında tanıştığı ve 1981 yılında evlat edindiği felsefe hocası Sylvie Le Bon de Beauvoir’dır. Sylvie Le Bon, Jacques Deguy ile birlikte Beauvoir’ın hayatına kuşbakışı bakan Özgürlüğü Yazmak’ı kaleme alır. Kitap, Beauvoir’ın çeşitli tarihlerle çekilmiş çok sayıda fotoğrafına da yer verir. Beauvoir, bunların tümüne, her erkeğin kolay tahammül edemeyeceği kadar “akıllı bakışlı” bir kadın olarak yansır.

ANLAŞMA

1929 yılında felsefe eğitimi sırasında yolları keşişen ikilinin beraberlikleri 1980’de Sartre’ın ölümüne kadar 51 yıl devam eder. Her zaman birbirlerine, “siz” diye hitap ederler. Sartre’ın sağlığını yitirdiği dönem hariç ayrı evlerde yaşarlar. Sartre’ın daha ilk tanıştıklarında poligam olduğunu söylemesi üzerine, iki yılla sınırlı bir sadakatten sonra her birinin kendi yolunu çizmesine imkan veren bir “anlaşma” yaparlar. İki yıldan sonra aralarına birçok başka aşklar girse de bağlarını hiçbir zaman koparmazlar. Kitaplarını, birbirlerinin onayını almadan yayınlamazlar. Deliler gibi çalışırlar, birlikte tatile giderler. “Ama ‘tatil’ dedikleri şey de gidip başka yerde çalışmak demektir. Çalışma olmaksızın yaşam onlara yavan gelir”.

BEAUVOİR FELSEFEDE İKİNCİ

Dalga dalga dünyaya yayılan etkilerinin temel taşını felsefe oluşturur. Onlar felsefeden güç alırlar. Her ne kadar Sartre felsefede ön planda görünse de, Beauvoir da ondan geri kalmaz. 1929 yılında “pek fazla çalışmadan” girdikleri agregasyon sınavında Sartre birinci, Beauvoir ikinci, Paul Nizan da beşinci olur. Beauvoir, geleneksel kadın modelini yıkmaya daha o tarihte başlayacak kadar özgüven ve zeka sahibidir.

1974 yılında Beauvoir’ın Sartre ile yaptığı - ne yazık ki bugün artık yeni basımı yapılmayan- Söyleşiler’deki karşılıklı konuşmalar, Varlık ve Hiçlik’in doğuş sürecine ilişkin ipuçlarını verir.

SARTRE'IN TUTSAKLIĞI

Sartre, “Tutsaklığım (Almanya/1940-41) sırasında neyimin eksik olduğunu soran bir Alman subayına şöyle yanıt verdim: Heidegger” der. Beauvoir, “Belki Heidegger’in rejim tarafından iyi görülmüş olmasındandır…” yorumunu yapınca, Sartre, “Belki. Her neyse, tutup onu verdiler bana. Kocaman, pahalı bir cilt. Şaşılası şeydir çünkü o zamanlar kimseye çiçekler sunarak davranılmıyordu, biliyorsunuz. (…) Heidegger’i tutsak kampındayken okudum. Onu kendisinden çok Husserl aracılığı ile anladım zaten. Daha önce de 36’da biraz okumuştum zaten…” karşılığını verir.

Heidegger’in 1927’de yayınlanmış Varlık ve Zaman’ının açtığı yolda Sartre 1943’te Varlık ve Hiçlik’le varoluşçuluğa kendi damgasını vurur. Ama Sartre aynı noktada kalmaz, 1960’ta Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yayınlar. Türkiye ise Sartre’dan 68 yıl sonra Heidegger’in o ünlü yapıtıyla geçen yıl tanıştı, bu yıl da Varlık ve Hiçlik yayınlanabildi.


FRANSIZ ERKEĞİ

Beauvoir, feminizmde önemli bir dönüm noktası olan İkinci Cins’i 1949’da yayınladığında dostları Albert Camus bile Beauvoir’ı, “Fransız erkeğini gülünç düşürmekle” suçlasa da ilk cilt bir haftada yirmi bin satar. “Ama bu bir skandalın başarısıdır, yazara çirkin mektuplar ve hakaretler yağdırılır. Kitapçılar kitabı satmayı reddeder, Vatikan kara listeye alır. Varoluşçulara düşmanca bir tutum içindeki Komünist Parti ‘bunun’ işçi kadınları ilgilendirmediğini ilan eder.” Beauvoir ise gezmeye ve çalışmaya devam eder ve “üstünde dört yıl çalıştığı” Mandarinler romanıyla 1954’te Goncourt ödülünü kazanır.


NOBEL'E RED

Buna karşılık Sartre, 1945’te Legion d’Honneur, 1964’te de Nobel ödülünü reddetmiştir.
1974/Söyleşiler’de bunun gerekçesini anlatan Sartre, “Legion d’Honneur ya da Nobel armağanı olsun, sözkonusu onuru veren insanlar böyle bir onuru verme niteliğine sahip değildirler. Kant’a yahut Descartes’a, Goethe’ye şu anlamda gelen bir armağan verme hakkına kim sahiptir anlayamam” der. İnsanların birbirlerine “onur” sunmalarını kabullenemez, bunu kendi gerçeğinin yadsınması olarak görür.

Beauvoir da Sartre da çok gezerler; Çin’den, SSCB’den, Mısır’dan, Küba’dan, Brezilya’dan resmi davet alırlar, birçoğunda devlet başkanı gibi karşılanırlar. De Gaulle karşıtı gösterilerde önde yürürler, Cezayir’e müdahaleye karşı çıkarlar, Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkan radikal gruplar iki kez Sartre’ın oturduğu evin önünde plastik bomba patlatır. İkilinin bu süreçte yaşadığı tehdit ancak 1962’de Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasıyla son bulur.

1968 OLAYLARI

1968 olayları sırasında polis baskısına karşı öğrencilere destek verirler. “Beauvoir, yerleşik iktidara karşı, kurumsal sola karşı düşüncelerini, düzenli olarak kapatılan ya da toplatılan gazetelerde dile getirir. İkili, bu gazetelere yardım etmek için mali ve hukuki açıdan çalışmaya koyulurlar. Sözgelimi Beauvoir 1970’te Paris sokaklarında arkadaşlarıyla birlikte La Cause du peuple gazetesini satacaktır.” Yasaklanmış bir gazeteyi satsalar da onları hapse atmayı göze alamayan Fransa, kısa bir gözaltı ile yetinir ama ikilinin bütün bunlara bakışı sıradan insanlarınkinden çok farklıdır. Onlar 26 Haziran 1970’te Paris’in geniş bulvarlarında bu gazeteyi satarken, “…tutuklanmayı başarırlar ve buna çok memnun olurlar. Karakolda kısa bir süre tutulduktan sonra serbest bırakılırlar.”

Ekim ayında ise, Sartre, Liberation gazetesinin temelini atar, “Bütün bunlar polisle birlikte hapishane arabasına binmelerine ve çok eğlenmelerine yol açar!”

VAROLUŞÇULUK

Kitapta, Beauvoir’ın “uzun zaman medyaya muhalif” olduğu belirtilir. Aslında bu şaşırtıcı değildir . Daha 1940’larda Fransa’da basının varoluşçuluğa getirdiği tanımlama ve daha sonraki adımlarında medyanın yaklaşımı bu tavrı göstermelerine neden olur.

Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’i 1943’te yayınlanmıştır ama basın bunu umursamaz, “skandal aramaktadır”. Basının gözündeki “varoluşçu”, Alman işgalinden sonraki “çılgınca yaşama sevinci”, “Amerikan cazına düşkünlükleri ve çarpıcı şık giyimleriyle öne çıkan gençler” olarak bilinen “zazou” ların acayiplikleridir. Hayatı boyunca basının “skandal” arayışına muhatap olan Beauvoir, ölümünden sonra da bundan kaçamaz. Beauvoir’ın 100. doğum günü nedeniyle Le Nouvel Observateur dergisi geçen yıl Beauvoir’ın çıplak fotoğrafını yayınlayarak, tartışma yaratır. Neden Sartre’ın da aynı tarz bir fotoğrafının yayınlanmadığını soranlar olur. Ama Sartre bile bir keresinde kadınlara bakışını değiştiremediğini itiraf etmiştir. Sartre, 1965 yılında Beauvoir hakkında konuşurken, “Onda harika olan taraf, bir erkeğin zekasına –konuşma tarzımdan hala biraz köleci olduğumu anlarsınız -- ve bir kadının duyarlılığına sahip olması. Bir başka deyişle, arzulayabileceğim her şeyi tam olarak onda buldum” demiştir.

(Jacques Deguy ve Sylvie Le Bon de Beauvoir,SİMONE DE BEAUVOİR/ ÖZGÜRLÜĞÜ YAZMAK,Yapı Kredi Yayınları)

Radikal Kitap

Zweig, Dostoyevski ve Tolstoy’un izinde…

Stefan Zweig’ın, Can Yayınları tarafından yıllar sonra yeni çevirisiyle bir kez daha yayınlanan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı öyküleri, birbirinden çok farklı kimlikler ve çevrelere ait olsa da iki “yaşlı”nın başından geçenleri anlatır. İlk öyküdeki İngiliz aristokrat Mrs C 67, ikinci öyküdeki çok zengin Yahudi Salomonsohn 65 yaşındadır. İlk öykü Dostoyevski’nin Kumarbaz romanını, ikinci öykü ise Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü öyküsünü çağrıştırır.

DOSTOYEVSKİ VE TOLSTOY'DAN ÇAĞRIŞIMLAR

Zweig, Dünün Dünyası adlı anı kitabında, kendisinin yazarken kitabının akıcı olması için acımadan nasıl kısaltmalar yaptığını anlattıktan sonra, “Elime aldığım kitapların onda dokuzu gereksiz betimlemeler, anlamsız diyaloglar, önemsiz figürler, gereksiz öykülerle dolu olduğundan sürükleyicilikten ve dinamizmden uzaktı. Hatta usta yazarların en ünlü klasik eserlerinde bile göze batan ve zoraki uzatılan pasajlar beni çok rahatsız etmiştir” demişti. Zweig, editörlere klasiklerin “fazlalıklarının atılarak” da yayınlanmasını önermiştir. Buna dayanarak, Zweig’ın bu iki öyküyü yazarken, bilinçli olarak Dostoyevski ve Tolstoy’un eserlerini çağrıştırdığını söylemek abartı olmaz.

EDİTÖRLERE ÖNERİ

Zweig’ın, Dostoyevski ve Tolstoy’un hem hayatlarını hem de eserlerini çok iyi incelediği ve her ikisiyle de ilgili Dünyanın Fikir Mimarları dizisinde unutulmaz denemelere imza attığı dikkate alınırsa, bir ihtimal, Zweig, editörlere yaptığı öneriyle ilgili kendisi bir deneme yapmış olabilir ve bu nedenle çok açık bir şekilde bu iki ünlü eseri çağrıştırmaktan çekinmemiştir diyebiliriz. Ancak hiçbir şekilde Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı öykülerin, birebir bu klasik eserlerin kısaltmaları olduğu söylenemez. Zweig, her iki öyküde de bu çağrışımların ötesine taşarak, anlatımına kendi damgasını vurmuştur.

KUMARBAZ

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te, Mrs C ile bir kumarbazın Monte Carlo’da tesadüfen karşılaşmaları anlatılır. Mrs C, “Belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır” düşüncesiyle ahlak anlayışının sınırlarını zorlar ve 24 saat içinde bambaşka bir insana dönüşür. Yıllar sonra dönüp o günü bir kez daha düşündüğünde, “Fakat neyse ki, zamanın çok derin bir gücü var ve yaşlılık tüm duyguları silebilecek güçte” der.

Zweig, bu öyküde çok çarpıcı bir “kumarbaz” portresi çizmesinin yanısıra, “siyah ve beyaz”ın insanın doğasına aykırı olduğunu gösterir.

Yaşam sürprizlerle doludur ve kimse an’ların ne getireceğini ya da ne götüreceğini bilemez. O nedenle, “asla”lara yer yoktur; bunun doğal sonucu kimseyi “dışarıdan” bakarak yargılamamak ve “gerçek” denilen sırrın bambaşka bir şey olduğunu görmemiz gerektiğidir.

"PARA YABANCILAŞTIRDI"

Bir Yüreğin Ölümü ise ne için yaşadığımız ve yaşamın anlamı üzerine bizi düşündürür. Öykü kahramanı Salomonsohn, sevgisiz ve yalnız yaşlılığının sorumlusu olarak parayı gösterir. Zweig, paranın yabancılaştırıcı etkisini yaşlı adamın ağzından vurgular: “para onları bana yabancılaştırdı… ben aptal, tonla parayı bir araya getirdim, kendimden bile çaldım, kendimi yoksul düşürdüm, onların ahlakını bozdum” der. Yabancılaşmanın en üst perdesi, her şeyden kaçış ve adım adım dünyaya veda etmektir. Artık hiçbir şeyi düzeltemeyeceğini bilen yaşlı adama sahneyi terketmek düşer.

BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT
VE BİR YÜREĞİN ÖLÜMÜ
Stefan Zweig
Çeviren: Gülperi Sert
Can Yayınları
115 sayfa
9 TL.
Radikal Kitap

Küresel Kriz ve Yeni Hitlerler

Küresel krizin yeni Hitlerler üretip üretmeyeceğini zaman gösterecek ama 1929 krizini, birinci ve ikinci dünya savaşlarını yaşamış Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın tanıklıklarını bir kez daha okumanın tam sırası. Kendisini yirminci yüzyılın Erasmus’u olmaya adamış ama hayalkırıklığını hayatıyla ödemiş Zweig’ın Dünün Dünyası adlı anı kitabı, Can Yayınları tarafından yeni çevirisiyle bir kez daha yayınlandı.

TEHLİKEYİ GÖREMEMEK

Zweig’ın karısıyla birlikte 1942 yılında Brezilya’da hayatına son vermesinden önce yazdığı bu kitap, sanat dışında bir şeyle uğraşmasını gerektirmeyecek kadar güvenli ve huzurlu bir Avrupa’nın, adım adım önce savaş, sonra Hitler karanlığına gömülmesi nedeniyle duyduğu acının hikayesi de sayılabilir. Dünün Dünyası, aynı zamanda Hitlerlere karşı bir uyarı kitabı. Zweig, ömrünün sonuna doğru, “Neden tehlikeyi göremedik, nasıl bu noktaya geldik?” sorusuna, bütün içtenliğiyle karşılık vererek kendisinden sonraki kuşaklara karşı görevini yerine getiriyor.

HİÇ ÖNEMSEMEDİ

Zweig, “Tarihin değişmez yasasıdır, çağa damgasını vuran önemli olayların nasıl başladığını dönemin çağdaşları fark etmez” sözleriyle o günün aydınlarının ve elitlerinin küçümsedikleri Hitler’e bir gün boyun eğmek zorunda kalacaklarını öngöremediklerine dikkat çeker. Zweig, ilk kez Hitler adını, “kaba bir kışkırtıcı, cumhuriyet ve Yahudi karşıtı” olarak duyduğunu ama hiç önemsemediğini hatırlar. Ama zamanla bu küçük grup genişler, talimler, yürüyüşler yapar, gamalı haçlar çizmeye başlarlar. Zweig, bu birliklerin eski ya da görevli askerler tarafından eğitildiklerine inanır.

HİTLER'İN KİTABI

1923 yılında, hükümet devirme girişimi bastırılarak Hitler tutuklanır. “Ancak birkaç yıl sonra yine ortaya çıktı ve şimdi galeyana gelen memnuniyetsizlik dalgası onu hızla zirveye taşımaya başladı. Enflasyon, işsizlik, siyasi krizler ve en az onlar kadar dış ülkelerin aptallığı Alman halkını patlama noktasına getirmişti. (…) Fakat bizler tehlikenin hala farkında değildik. Hitler’in kitabını okuyan çok az sayıdaki yazar bile, onun programına kafa yoracağına, caf caflı üslubuyla dalga geçiyordu. Büyük demokratik gazeteler uyarmak yerine, ağır sanayinin paralarıyla ve fütursuz borçlanmalarla zar zor desteklenen bu kışkırtma eylemlerinin öyle ya da böyle yarın, öbür gün son bulacağını söyleyerek okurlarını her gün yeniden avutuyorlardı.”

BOLŞEVİZM KORKUSU

Hitler’in, birbirine düşman kesimlerin hepsine bol keseden sözler verdiği için iktidara gelişine, faizden bıkan küçük burjuva da, Bolşevizm korkusu yaşayan ağır sanayici de, komünizmden ürken sosyal demokratlar da sevinirler. Hatta Alman Yahudileri bile, “pek huzursuz sayılmazlardı.” Hükümete gelen bakanların Jakobinlikle ilgilerinin kalmayacağını ve “Alman şansölyesinin anti-semitik kışkırtıcılıktan doğal olarak vazgeçeceğini umuyorlardı.”

Hitler Ocak 1933’te başbakanlığa geldiğinde hiçbir şeyi birden bire yapmaz. “Hitler iktidara geldikten birkaç ay sonra kitapların meydanda, herkesin gözleri önünde teşhir edilip yakılması gibi inanılmaz şeylerin gerçekleşebileceğine en ileri görüşlü insanlar bile ihtimal vermiyordu.”
 
KANDIRMA TEKNİĞİ

Hitler, uyguladığı “insanları kandırma tekniği” ile her zaman bir hamle yapıp sonra ara veriyordu; bu hamlenin fazla gelmediği ve dünya vicdanının bu dozu kaldırıp kardırmayacağını görmek için bir süre bekliyorlardı.

Zweig, Yahudi olduğu için kitaplarının yok edilmesi sürecinde de, “doz artırma” taktiğinin kullanıldığını anlatır. Hitler, aralarında Zweig ile birlikte Thomas Mann, Freud ve Einstein’ın da bulunduğu kişilerin kitapları için önce toptan yasaklayan bir yasa çıkarmaz. Bu yasa çıkarılmadan iki yıl önce, kitaplara ilk saldırıyı resmi sorumluluğu olmayan Nasyonal Sosyalist üniversitelilere yaptırır. Yahudileri boykot kararını uygulamak için önce “halkın öfkesi”ni harekete geçirirler, daha sonra yasa çıkarırlar.

AVRUPA HİTLER'İN İŞGALİNDE

Zweig, 1933 Ekim ayında, Salzburg’taki evinden ayrılarak Londra’ya gider ve bir daha da bu eve geri dönemez. Hitler gerçek yüzünü gösterdikçe, sürgün hayatına bu şehirde başlamak kaçınılmaz olur. Oysa o, Dünya Fikir Mimarları üçlemesinin ilk cildi Üç Büyük Usta, Amok Koşucusu ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektupları, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Fouche, Marie Antoinette, Erasmus kitaplarını yayınlamış ve büyük ün kazanmış bir yazardı. Bütün bunları bir Avrupalı olarak yapmıştı ve o Avrupa’nın artık tümüyle Hitler’in işgali altında olduğunu hiçbir şekilde kabullenemeyecekti.

DÜNÜN DÜNYASI
BİR AVRUPALININ ANILARI
Stefan Zweig,
Çeviren: Gülperi Sert,
Can Yayınları,
Aralık 2008,
440 sayfa,

Radikal Kitap

Nasıl Radikal Olunur?

“Dünya çapında bir provokatör.”

Türkçe’de yayınlanan yeni kitabı Genç Felsefeciye Mektuplar/Letters to a Young Contrarian’da yazar Christopher Hitchens, bu sözlerle tanıtılıyor. Renkli, mücadeleci, gençliğinde ABD’nin Vietnam, Şili başta olmak üzere birçok ülkeye müdahalesine karşı çıkmış olan Hitchens, artık o çizgiden çok uzaklarda olsa da hala “muhalif/radikal”lik konusunda “uzman” sayılan bir isim. Bu “uzman”lığı nedeniyle Hitchens, kendisine, Rainer Maria Rilke’nin, Genç Bir Şaire Mektuplar kitabındaki gibi mektuplar halinde, nasıl muhalif/radikal olunacağını anlatması için yapılan öneriyi kabul eder ve Genç Felsefeciye Mektuplarkitabını kaleme alır.

IRAK İŞGALİNE DESTEK

Oysa Hitchens, artık bugün ne çeşitli ülkelerde muhaliflere destek verdiği için tutuklanan; ne Stalinist rejimin son günlerinde Prag’da hapiste kısa bir süre de olsa kalan; ne ırk ayrımı dönemine ait Güney Afrika kriket takımına karşı bir konuşma yaptığı için İngiliz polisi tarafından yakalanmış bir kişi değil. Hitchens artık Bush yönetiminin Irak işgaline destek verecek kadar bugünün Amerikalı muhaliflerinden kopmuş biri.

CLİNTON'A DÜŞMAN

Bush’un politikalarına bu kadar hoşgörülü yaklaşan Hitchens, Clinton örneğinde olduğu gibi istediğinde acımasız bir düşman olabiliyor. Hitchens, “sabit fikirli” olarak görülmekten çekinmeden her konuşmasında “yalnızca kendi çıkarını gözeten hilekar Clinton”ı suçlamaktan kaçınmamakla övünerek, radikal olmaya hazırlananlara, “(…) senden rica ediyorum; sabit fikirli olduğunun düşünülmesinden korkma” der.

DİN KARŞITLIĞI

Öte yanda Hitchens’ın, giderek muhalefet dozunu artırdığı iki konu, dinler ve ırkçılık. Dinlere karşı savaşının bir parçası olarak çok satan birçok kitabı yayınlanan Hitchens, bugün artık Marksist çizgiden fazlasıyla uzaklaşmış ve “sol” ile ilişkisini sorgulayan bir kişi olarak dünyadaki sorunların arkasında ekonomik ve sınıfsal ayrımların değil, ırkçılık ve dinlerin yattığını savunur. Hitchens, ancak ırkçılık ve dinler ortadan kalkarsa, dünyadaki sorunların çözülebileceği bakış açısıyla, ırk ayrımcılığının ve dinlerin kimler tarafından, hangi amaçlar için kullanıldığını görmemeyi tercih eder. Hitchens, radikal olmaya hazırlanan gençlere de din karşıtlığını önerir ve “Herhangi bir zihinsel özgürlüğün vazgeçilmez koşulunun böyle bir şey (dini inançlara bağlanmak) olmadığını kavramak olduğunu düşünüyorum” der.

MUSEVİLİĞİN ÜSTÜNLÜKLERİ

Ama diğer yandan Hitchens, kendisinin oldukça zengin dini haritasını çıkarırken, bu görüşüyle çelişecek bir yorumda bulunur: Hitchens, Anglikan olarak vaftiz edildiğini, zorunlu dini eğitim verilen bir Metodist yatılı okulunda eğitim gördüğünü, Yunan Ortodoks Kilisesi’ne kabul edildiğini, “Yahudi bir annesi olduğunu ve bir zamanlar seçkin bir hahamla evli” olduğunu anlattıktan sonra, “Museviliğin Hıristiyanlığa göre bazı üstünlükleri vardır (..)” sözleriyle dinler arasında sınıflandırma yapmaktan çekinmez.

ENTELLEKTÜEL

Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar’da, gençlere tavsiyelerde bulunurken, Alfred Dreyfus, Emil Zola, Noam Chomsky, George Orwell, Nelson Mandela’dan örnekler verir. Hitchens, “entelektüel” teriminin başlangıçta Dreyfus’un suçluluğuna inanan Fransızlar tarafından uydurulduğunu; bu terimin “hastalıklı, iç dünyasını inceleyen, hain ve güçsüz” kişiler için kullanıldığını anlatır. Hitchens’e göre, “J’Accuse/Suçluyorum” başlıklı ünlü mektubunu yazarak Dreyfus’a özgürlük kapısını açan Zola, “herhangi ciddi ve hümanistik bir radikal için model oluşturabilir.”

DALAİ LAMA

Hitchens, “Dile her zaman dikkat et” tavsiyesini vermek için Dalai Lama’nın, The Art of Happiness: A Handbook for Living/ Mutluluk Sanatı:Yaşam için Elkitabı’ının giriş cümlesini aşağılar: “Söylenebilecek en iyi şey, bir dizi saçmalıktan bahsettiğidir. Nedeni sonuca bağlayan bir parça sakız bile bulunmuyor; konuşmacı kanıtlamak zorunda olduğu şeyi varsayıyor” der.

DE OMNİBUS DİSPUTANDUM/HERŞEYDEN ŞÜPHE ETMELİ

Hitchens, Karl Marx’a, en sevdiği nükteyi söylemesi istendiğinde, “de omnibus disputandum / herşeyden şüphe etmek gerekir” dediğine dikkat çekerek, “Onun hayranlarının çoğunun bu deyişin özünü unutmuş olmaları ne yazık” görüşünü dile getirir ve “Muhalif için şüpheci bir zihniyet, en az herhangi bir prensip zırhı kadar önemlidir” vurgusunu yapar.

Hitchens, Orwell’in bir zamanlar başka bir bağlamda söylediği, “Görülmesi en zor olan şey, genellikle burnunuzun ucunda olandır” ifadesinden hareketle,“Çok nadir olmamak üzere, açıkça ortada olanı fark etmeme konusunda önemli bir toplumsal baskı da bulunduğunu” belirtir.
Hitchens, “Körelme durumları ve alışılmış olanla mücadele etmek için elinden geleni yap. Aşikar ve belirli olanı sorgulamak, de omnibus dubitandum (her şeyden şüphe edilecektir) deyişinin önemli bir öğesidir” der.

RADİKAL OLMAK

Hitchens, “halkın fikri”nin genellikle “işlenene” kadar hazır hale gelmeyeceğini, genel seçimlerin bile, edilgen kostümlü provalarla gittikçe daha fazla tehlikeye girdiğini düşünür, çünkü “anketler anketleri, koşullar/oylar oyları getirir.” Hitchens, radikal olmak için, “(Biz) ile ilgili olarak güvenle konuşan ya da (bizim) adımıza konuşan kimseye güvenmemek” gerektiğini vurgular.

"FARKLILIK ÇOK AZ"

Hitchens, bir başka tavsiyesinde de, “Mümkün olduğunca çok seyahat etmen ve kendini bir enternasyonalist tarafından geliştirmeni şiddetle salık veriyorum. Bir radikal olarak eğitiminde, herhangi bir kitabı okuman kadar önemi var” der. Ama Hitchens, İngiltere’de doğmuş ve onun eğitimli sınıfından yetişmiş bir kişi olarak seyahat etmenin kendi “zihnini daralttığını” söyler ve “Keşfettiğim şey, çok sıradan ve heyecan verici olmayan bir şey: insanların her yerde aynı olduğu ve türümüzün üyeleri arasındaki farklılık derecesinin çok az olduğu” yorumunu yapar.

GENÇ FELSEFECİYE MEKTUPLAR
Christopher Hitchens,
Çeviren: Zeynep Ertan,
Profil Yayıncılık/Profil Bilim,
2008,
128 sayfa,
8.50 YTL

Radikal Kitap

Adorno ve Horkheimer’den Çağımızdaki Karanlığın Ayak İzleri

Teknoloji ve bilimdeki bunca ilerlemeye rağmen, neden toplumlarda en ilkel siyasi eğilimler güç kazanabilmekte, ırkçılık ya da dini fanatizmi rakiplerine karşı “vurucu bir güç” olarak kullanmak isteyenler, uygun bir zemin bulabilmekte, geniş kitleler karanlıklar içinde yaşayabilmektedir?

FRANKFURT OKULU

Yirminci yüzyılın iki büyük düşünürü zeka ve birikimleriyle, bunun nedenlerini derinlerden çekip su yüzüne çıkarmışlardır. Frankfurt Okulu’nun kurucularından Max Horkheimer ve Theodar W. Adorno, “kültür sosyolojisi” alanında toplumsal olaylara yepyeni bir bakış açısı geliştirmişler; günümüz dünyasının çelişkilerini anlamlandırmada da veri olarak kullanılabilecek birçok yeni tez ortaya koymuşlardır.

ODYSSEUS VE BURJUVALAR

Bu iki Yahudi düşünürün, İkinci Dünya Savaşı döneminde yazdıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği”, aydınlanmanın diyalektik olarak kendi içinde nüvelerini başından itibaren taşıdığı karanlığın izlerine dikkat çekmiştir.

“Aydınlanmanın kendi kendini tahrip edişini” anlatan Adorno ve Horkheimer, bazı bölümlerde abartılı/şaşırtıcı yorumlar da yapmışlardır. İki düşünürün, Homeros’un Odysseus’unun gemisinde, Seirenlere karşı alınan önlemleri, “Aydınlanmanın diyalektiğinin sezgi dolu alegorisi” olarak tanımlaması ya da “Homeros’taki burjuva aydınlanmasına ilişkin öğeler” bulunduğunu ileri sürmeleri abartılı yorumlara örnektir.

MİTOLOJİ VE AYDINLANMA

Yazarlar bu örnekleri kullanmış olsalar da vardıkları sonuçlar itibariyle sarsıcıdırlar.

“Mit zaten Aydınlanmadır ve Aydınlanma mitolojiye geri dönmektedir.” 

“Teknolojik yönden eğitilmiş kitlelerin akıl sır ermez şekilde her çeşit Aydınlanmanın mitolojiye gerileyişin nedenini, özellikle gerileme amacıyla icat edilmiş milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerden çok, hakikat karşısında donup kalmış aydınlanmanın kendisinde aramak gerektiğini göstererek bu fragmanlarda böyle bir anlayışa katkıda bulunacağımızı sanıyoruz.”


“Açık ve tam bir enformasyon seli ile şatafatlı, düzenli eğlenceler insanları bir yandan akıllandırırken öte yandan aptallaştırıyor.”


KÜLTÜR SANAYİ

Yazarlar, “Kültür Sanayi” bölümünde, “aydınlanmanın asıl ifadesini sinema ve radyoda bulan ideolojik gerileyişini” sergilerken, ideolojinin, “kendine özgü içeriği, tekniği kullanan güçlerin ve varoluşların putlaştırılmasıyla tükenip gittiğine” vurgu yapıyorlar.

“Anti-semitizmin öğeleri” bölümünde ise, “aydınlatılmış uygarlığın aslında barbarlığa dönüşü” anlatılmaktadır.

Aydınlanmanın Diyalektiği”nin yeni baskısı yeni çevirisiyle Mayıs 2010’da raflarda yerini almıştır.

AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ
Theodor W. Adorno, Max Horkheimer
Kabalcı Yayınevi / Felsefe Dizisi
390 sayfa, Mayıs 2010

4 Haziran 2010 Cuma

Sokrates’in Haksızlık Yapma Korkusu

Sokrates’ten retorik ve ahlak dersleri…

“Bak Gorgias, bence retorik, sanatla hiçbir ilişkisi olmayan, ama keskin görüş, yiğitlik, insanlarla konuşup anlaşabilmek için üstün yetenek isteyen bir iştir. Ben bu işin özünü dalkavukluk diye adlandırıyorum.”

Retorik bence siyasetin bir bölümünün benzeridir.”

HAKSIZLIK


“… kötülüklerin en büyüğü haksızlık yapmaktır. (…) ama ya haksızlık yapmam ya da haksızlığa uğramam gerekseydi, haksızlık yapmayı değil, haksızlığa uğramayı yeğlerdim.”

“…erkek ya da kadın, her kim ki dürüsttür, o mutludur; her kim ki doğru yoldan ayrılmıştır ve kötüdür, o mutsuzdur bence.”

“Dolayısıyla, insanların en mutlu olanı, ruhunda hiçbir kötülük taşımayanlardır; çünkü az önce gördüğümüz gibi, ruh kötülüğü kötülüklerin en büyüğüdür."

EN MUTSUZ İNSAN

“Öyleyse en mutsuz yaşamı süren insan kötülükten kurtulmak yerine onu kendi içinde saklayan kimsedir.”

“…haksızlık etmemek için hem güçlü, hem sanat sahibi olmak gerekir.”

“Peki haksızlığa uğramamanın ya da olabildiğince az uğramanın yolu nedir?(…) Bence, ülkede iktidarı ya da tiranlığı elde tutmak veya görev başındaki hükümetin dostu olmak gerekir.”

RETORİK

“Halka söylev verme ve sözü bir yönetim biçimi haline getirme sanatı” olarak tanımlanan retorik konusunun tartışıldığı Gorgias, Sokrates’in ahlaki duruşunu da en iyi şekilde sergileyen bir eserdir. Bu kitapta paradan, mevkiden hayatı boyunca kaçan Sokrates’in gerekçelerini, son derece zekice diyaloglarla öğreniriz. Gorgias, felsefenin en önemli kurucularından biri olan Platon’un, Sokrates’i günümüze ulaştırdığı baş eserlerden biri olarak, temelde insanın her zaman aynı olduğunu bir kez daha görmemezi sağlar.

GORGİAS
Platon
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006

Sokrates’ten Mesajlar

Yunanlı filozof Sokrates, 70 yaşını aştığı halde ilk ve son defa hakim huzuruna çıktığı zaman yaptığı konuşmayı kapsayan Sokrates’in Müdafası/Savunması, insan gerçeğinin, Sokrates‘in yaşadığı M.Ö. 470-399 tarihleri arasında da günümüzden hiç farkı olmadığını ortaya koyar.

İnsan, o zaman da bugün de aynı hırs, bencillik ve korkularla aynı hataları yapabilmektedir. Sokrates‘in savunasının önemli bir mesajı, günümüzde olduğu gibi o çağlarda da BİLGİ‘nin büyük bir güç olmasıdır. BİLGİ, o gün de öyle bir güçtür ki, yöneticilerin Sokrates’ten korkmalarının da nedenidir.

TANRININ BUYRUĞU

Sokrates, “Yıllardan beri kafanızda kökleşmiş olan suçlamayı kısa bir zamanda söküp atmaya çalışmayalım. Eğer hakkımda ve hakkınızda hayırlı ise, bunu başarmayı ve kendimi temize çıkmayı
temenni ederim. Ama bunun kolay bir iş olmadığı da iyice biliyorum. Her ne ise, bunu Tanrının buyruğuna bırakalım; bana düşen vazife, kanunun emrine göre kendimi müdafaa etmektir.” sözleriyle savunmasına başlar.

Platon‘un, hocası Sokrates‘in mahkemedeki sözlerinden aktardıkları, Sokrares felsefesinin özünü verir:

“Atinalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir; ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. (…)

PARA İLE ERDEM

“Yanından ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel birşey bildiğimiz yok; gene ben ondan bilgiliyim; çünkü o hiç birşey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. (…)

“Atinalılar, köpek hakkı için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var.“Ben, genç, ihtiyar hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, herşeyden önce ruhun en yüksek terbiyesine önem vermeniz gerektiğine kandırmaktan başka birşey yapmıyorum. Evet, benim vazifem, size, para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da genel olsun özel olsun her türlü iyiliğin de ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençleri doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim.

"SİYASİ İLE UĞRAŞSAYDIM"

“Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; ancak ben size değil, yalnız Tanrıya başeğerim, ömrüm ve kuvvetim oldukça da iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmeyeceğim(…)

“Atinalılar, ben siyasa ile uğraşsaydım, besbelli ki çoktan yokolurdum, ne size ne de kendime hiçbir iyilikte bulunamazdım. Canınız sıkılmasın ama hakikat şudur ki, devlette görülen birçok kanunsuz, haksız işlere karşı doğrulukla savaşarak size veya herhangi başka bir kurula karşı giden hiçbir kimse ölümden kurtulamıyor. Evet, ancak hak yolunda çalışan bir kimsenin, kısa bir zaman olsun yaşayabilmesi için, devlet adamı değil, sadece yurttaş kalması gerekiyor.

“…ben, tanrıların varlığına, ey Atinalılar, bütün beni suçlayanların inandığından daha yüksek bir manada inanırım; bundan dolayıdır ki, sizin için ve benim için hayırlısı ne ise ona karar vermek üzere davamı size ve Tanrıya bırakıyorum.(…)

ÇOCUKLARI İÇİN VASİYET

“Sizden dileyeceğim birşey daha kaldı: Çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi birşeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini birşey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da oğullarıma da doğruluk etmiş olursunuz.

“Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: Ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu Tanrıdan başka kimse bilmez.”

SOKRATES’İN MÜDAFAASI
PLATON/EFLATUN
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
1999

Sokrates Marksist olsaydı!..

Sokrates Marksist olsaydı ya da Platon yerine bir Marksist Sokrates’in savunmasını yazsaydı ne olurdu? Bu uç soruya Yunanlı Marksist Kostas Varnalis, Platon’un Sokrates’in Savunması’na nazire olarak Sokrates’in Gerçek Savunması kitabıyla karşılık veriyor. Burada muzip, hafiften Marksizme meyletmiş, tabii ki yine iktidarla/düzenle başı dertte bir Sokrates karşımıza çıkar.

SOKRATES'İN ÖLÜMÜNE KARAR VERENLER

Varnalis, bu kitapla, Platon aracılığıyla günümüze ulaşan Sokrates’le ilgili kuşku duymamızı teşvik ettiği gibi, aradan asırlar geçse de aydın-iktidar kan uyuşmazlığının değişmediğini gösterir. Sokrates gibi hiçbir baskı altında düşüncelerinden vazgeçmeyenler, Otuzlar tiranlığı sırasında da demokraside de iktidarın hedefinde olur. Ama ironik bir şekilde Sokrates’in ölümüne karar verenler Otuzlar değil, demokrasidir.

PLATON YAZMASAYDI

MÖ 470-399 tarihleri arasında yaşamış Sokrates’i eğer Platon yazmasaydı ne olurdu sorusuna ise felsefe profesörü Ahmet Cevizci (Sokrates) şu karşılığı verir: “Platon olmasaydı eğer, Sokrates’in kendisi muhtemelen Yunan düşünce tarihinde çok önemsiz bir dipnot olurdu. Çünkü üstat, yazının insan zihnini tembelleştirdiğine inandığı için yazılı hiçbir şey bırakmamıştı. Fakat çok daha önemlisi Sokrates olmasaydı, Sokrates’ten önceki filozoflarla ilgili bütün bilgileri kendisinden aldığımız Aristoteles de olmayacaktı. Demek ki, Sokrates yaşamasaydı eğer, bizim bildiğimiz şekliyle Yunan felsefesi diye birşey hiç olmayacaktı.”

Platon olmasaydı, Hint, Mısır, Çin ve Mezopotamya uygarlıklarının düşünürlerinin yazıya geçirilmemiş tüm birikimleri gibi Sokrates’in felsefesi de bugün bilinmeyecekti.


YARGIÇLAR UYUKLARKEN

Varnalis’in Sokrates’i tarihi gerçeklere uygun şekilde, “kentin tanrılarını tanımamak, yeni tanrılar icat etmek ve gençlerin ahlakını bozmakla” suçlanır. Sokrates, kendisini yargılayan beş yüz Atinalı karşısında savunmasını yapar. Platon, Sokrates’i yargılayan bu ‘yargıçlarla’ ilgili fazla bilgi vermezken, Varnalis, Atina güneşi altında perişan bu ‘yargıçlar’dan bazılarının uyukladığını, mahkemenin biran önce bitmesi için can attıklarını anlatır.

Platon’un Sokrates’i,“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözüyle simgelenen felsefi görüşlerini anlatır. Varnalis’in Sokrates’i ise, daha siyasi bir kişiliktir ve “Dünyanın bütün işçileri birleşin” diyen Marx’tan esinlenerek ölüme gitmeden önce, “Gücünüzün farkına varın ve hakkı yenmiş özgürlerle birleşin. Çekiç, kazma, kürek, orak ve baltalarınızı şöyle bir kaldırsanız bile ‘seçkinlerin’ demokrasisi toz duman olur!” der.

TEHLİKELİ KİMDİR?

Kendi hayatı boyunca rejime muhalif biri olarak hep sıkıntı çeken Varnalis Sokrates’e, “Tehlikeli olsaydım, bir keşin eline beş on kuruş verip beni bıçaklatır, aşçımı satın alıp yemeğime, içkime, kahveme zehir attırırdınız. Bir ‘tehlikeli’ ne yargılanır ne de ondan kendini savunması istenir. Tehlikeli başkalarını yargılar ve onları idama mahkum eder. İktidar ellerindedir çünkü. Onları ancak iktidarı yitirdiklerinde yargılayabilirsiniz, maçanız yerse ve yakalamayı başarabilirseniz tabi” dedirtir.

RİYAKARLIK

Varnalis’in Sokrates’i, İsa Peygamber henüz doğmadan Hıristiyanlık ile görüşlerini açıklayarak, “Evime uğrarsanız duvarlarda asılı ikonalar görürsünüz. Kandilim hep yanar ve düğün çelengimiz gümüş kılıfında durur. Kiliseye gelirseniz papazın elini öptüğümü de görürsünüz. Bunlar yetmez mi? İnanıp inanmadığımdan size ne? Dindar görünmem yeter de artar bile. Ksanthippi (karısı) ve Sokak Köpeği (halk), yani Güruh’la kapışmaktan çekindiğim için karımın duvarları ikonalarla donatmasına ses çıkarmıyorum. Milletin önünde papazın elini de onu hırsından çatlatmak için öpüyorum. İçinden kesinlikle, ‘Riyakarlıkta beni bile geçiyor pis sahtekar’ diye geçiriyor olmalı” der.

"STOACILARIN MEKANI"

Marksist Sokrates, Hıristiyanların Paskalya bayramından, Türkler Anadolu’ya henüz yoğurdu getirmeden yoğurttan sözederek, “Paskalya’da kırmızı yumurtalarla paskalya çörekleri, yılbaşında kısık ateşte kızarmış domuz yavruları, Şubat ayında sinilerle kaymaklı yoğurt” diye konuşur. Aynı Sokrates, henüz daha Hintliler sıfırı ve bugünkü rakamları bulmadan ve bunlar Araplar aracılığıyla dünyaya yayılmadan asırlar önce, “Sonra, düşüncelere dalarak duvar diplerinde başım eğik yürümeye başlar, adımlarımı sayardım. On..., dört yüz.., bin..., iki bin...” diye konuşur. Sokrates, Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon daha doğmamış olduğu halde, “Stoacıların mekanına vardığımda...” diye anlatmaya başlar.

"ÖLÜM İKİ ŞEYDEN BİRİDİR"

Sokrates’in inanç konusuna bakışında da Varnalis, Platon’dan ayrılır. Varnalis, Sokrates’e, “Dinsiz olduğumu söylediniz! Keşke olabilseydim” dedirtmesine rağmen, “Bir Hiçlik’ten diğer Hiçlik’e doğru” yolaldığını ifade eder. Ama Platon’un Sokrates’i, ölümle ne olacağından emin değildir, iki seçeneği de yok saymaz. Sokrates, “Ölüm iki şeyden biridir: ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk halidir, yahut da, herkesin dediği gibi ruhun bu dünyadan ayrılarak başka bir dünyaya geçmesidir” der.

İÇ SESİ/DEMONİON

Varnalis’in kısaca değinerek geçmesine rağmen, Platon, Sokrates’in “iç sesi/tanrısı” olan “demonion”unu uzun uzun anlatır ve bir yerde, “Bir tanrının ya da tanrısal bir ruhun bana göründüğünden, çok kere ve birçok yerde söz açtığımı işitmişsinizdir. Bir nevi ses olan bu işaret, bana çocukluğumdan gelmeye başlamıştı; bu ses beni hep göreceğim işlerden alıkor, ama yap diye hiçbir vakit emretmezdi” der. Varnalis ise, Sokrates’in “demonion”unu, Atina rejiminin içine işlemiş baskıları gibi anlatır; çünkü Sokrates, “Yolumu aydınlatan yol gösterici bir ışık değil, gözlerimi kör eden kamusal Yalan’ın koruyucu meleğiydi. Ruhumun içinde tanrıların sesine, ilahi bir buyruğa dönüşen, ‘güçlünün menfaati’ydi” der.

"BEN AT SİNEĞİYİM"

Platon’un Sokrates’i, Atinalıların kendisini ölüme göndereceklerini görerek onları bilgece uyarmaya devam eder: “Ben Tanrının, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız, onun için size kendinizi benden yoksundurmamanızı tavsiye ederim” der.

"YALVARMAM"

Aynı Sokrates, kendisi hakkında ölüm kararı verenlere seslenerek, “Hayır; mahkum olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil, sizin istediğiniz gibi ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan fakat başkalarından daima işitmeye alıştığınız birçok şeyi söyleyerek ve yaparak, size söylemek istediğimi, yüzsüzlüğümü, küstahlığımı göstermeyişimdir. Fakat ben, tehlikeye düştüğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi böyle müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! Böyle birşey yapmaktansa, sizin alıştığınız gibi kendimi müdafaa etmektense, alıştığım gibi söz söyleyerek ölmeyi üstün görürüm” der.

DİNSİZ DİYE SUÇLADILAR

Platon Mektuplar’ında, Sokrates’in ölümünü anlatırken, Otuzlar’ın Sokrates’i siyasetlerine alet etmek istediklerini belirterek, “Sokrates onları dinlemedi; cinayetlerine ortak olmaktansa, bütün tehlikelere göğüs germeyi tercih etti” der. Platon, Otuzlar’ın düşmesinden sonra ise, “Fakat nasıl oldu bilmem, iktidarlı kimseler, gene o Sokrates’i, dostumuzu, hiç hak etmediği halde, iğrenç bir şekilde suçlayarak mahkemeye sürüklediler; davayı açanlar dinsiz olduğunu ileri sürdüler; onu mahkum edenler de buna inandılar” der. Sokrates, yetmiş bir yaşında baldıran zehrini içerek dünyadan ayrıldığında, arkasında birçok kafası karışık insanla birlikte iyi bir yazar ve felsefenin en önemli kurucularından biri olan öğrencisi Platon’u bırakır.

SOKRATES’İN GERÇEK SAVUNMASI
Kostas Varnalis
Çeviren: Ari Çokona
Pan Yayıncılık, 2009,
88 sayfa

Radikal Kitap

Dorothea Brande: Yazarlık Öğretilebilir

“Başarılı yazarların bir tılsımları olduğuna, en azından bir ticari sırları olduğuna inanıyorlardı. İnsan, biraz dikkatli biraz uyanık olursa, bu tılsımı yakalayabilirdi. Dahası dershanelerdeki hocaların da bu tılsımı bildiklerine, açıl susam diyerek tılsımı çözebileceklerine inanıyorlardı. Sırf bu anahtar sözü duymak, bunu anlamak ümidiyle hikaye türleri, tahkiye incelikleri gibi, açmazları ile hiç de ilgisi olmayan bir sürü dersi inatla oturup takip ediyorlardı. Üzerinde ‘roman’ ibaresi bulunan bütün kitapları alıyorlar, yazarların kendi tekniklerini anlattıkları bütün sempozyumlara katılıyorlardı.

“Ama bütün gayretleri boşa gidiyordu. Çünkü ellerine aldıkları hemen her kitabın ya giriş bölümünde veyadaha ilk sayfalarında, yazarlar sempozyumunun notları arasında ona kısaca ‘yaratıcılık öğretilemez’ deniyor ve böylece bizimkilerin ümit ışığı sönmeye başlıyordu. Çünkü farkında olsalar da olmasalar da onların aradığı şey o itici, o olumsuz cümlenin içinde bulunmaktadır.

“(…) yaratıcı yazar şans eseri de olsa, eğitimle de olsa, farkında olsa da olmasa da bilinçaltını bütünüyle yaptığı işin emrine verebilen kişidir. (…) Elbette bu(yaratıcılık öğretilemez, bir bakıma edebiyat gerçeğidir). (…) Ne kadar esrarlı ve akıl almaz gibi görünse de bu yetenek herkeste vardır. Çok başarılı yazarlar, benliklerindeki bu bölümün serbest bırakılmasını deneme yanılma yoluyla bulurlar ve böylece kendi yöntemlerini oluştururlar ama işin sırrını arayan genç yazarlara anlatılamayacak kadar karmaşık bir süreçtir bu.”

(Yazar Olmak, Dorothea Brande, Ötüken)


“Yaratıcılık öğretilebilir derken Mrs Brande haklıdır (bu ibarenin içi boş sırrı artık anlaşılmış bulunmaktadır) çünkü, yaratıcılık da diğer doğal melekeler gibi, herkeste bulunan bir şeydir. Bir kısım kimselerde biraz az, bir kısım kimselerde biraz daha fazla olsa da, herkeste yaratıcılık vardır. Bunun az veya çok olması önemli değildir, çünkü insan, doğuştan getirdiği yeteneklerin pek küçük bir bölümünü kullanabilmektedir.”

(“John Gardner”, Yazar Olmak, Dorothea Brande)

Dorothea Brande’nin Yazarlara Tavsiyesi

“Çok basit gibi görünse de, ben çekinmeden size şu öğüdü vermek istiyorum: niyetinizi saklı tutun, yoksa kendinizi bir maden ocağından mahrum edersiniz. (…)
Bir yazarın mesleğini kendisine saklaması için çok önemli bir psikolojik sebep daha vardır: çok fazla açılırsanız, daha ilerilere gider ve yazmaya niyetlendiğiniz şeyleri de anlatmaya başlarsınız. (…) Anlatınca hikayenizi bitirmiş, ödülünüzü de alkış veya üzücü bir küçümseme şeklinde almış olursunuz; her iki halde de notunuz verilmiş olur. Ondan sonra aynı hikayeyi bütün ayrıntılarına inerek baştan sona yazıya dökmenin çabası içine girmekte isteksizlik duyarsınız; farkında olmadan bu işe olup bitmiş gözüyle bakarsınız, hikayeniz tekrar tekrar anlatılan bir masala dönüşür. Yazma isteksizliğinizi yenseniz bile, önünüzde hayli sıradan, heyecansız not yığınları bulursunuz. Ancak hikayeyi yazıp tamamladıktan sonra; o da eğer isterseniz, birilerinin eleştiri veya tavsiyelerini alabilirsiniz; ama zamanından önce konuyu açmak, telafisi mümkün olmayan bir hatadır.”

(Yazar Olmak, Dorothea Brande, Ötüken Yayınları)

1930’larda Almanya: Zweig’ın Okur Sayısı

“Bu başarı birden evime dalmış değildi. Ağır ağır, yoklaya yoklaya gelmişti; ama Hitler’in bir buyruk kırbacıyla kovuluncaya değin yerinden hiç kımıldamamış ve bağlı kalmıştı. Yıldan yıla daha ağır basmıştı. Jeramias’tan sonra yayınladığım ilk kitap olan Dünyanın Yapı Ustaları’nın ilk cildi Üç Usta trilojisinin birinci yapıtı, başarı yolumu ardına kadar açmıştı.

"(…) Amok ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektupları öykülerim, ancak romanların ulaşabileceği büyük bir ün kazandı, sahneye uygulandı ve toplantılarda okundu. Yıldızın Parladığı Anlar adını verdiğim küçük bir kitabım, bütün okullarda elden ele gezdi ve İnsel Yayınevince kısa sürede 250 bin basıldı. (…) Yayınladığım her kitap daha ilk gün yalnız Almanya’da yirmi bin satılıyordu. Hem de gazetelerde henüz tek bir duyuru çıkmadan.

"(…) Sözgelişi Fouche  biyografisini hoşuma gittiğinden yazmıştım; müsveddeleri editörüme gönderince aldığım mektupta, hemen on bin basılacağı yazılıydı. Kitaptan bu kadar basmaması için onu caydırmaya çalıştım. Fouche’nin sevimli bir kişi olmadığını, kitapta tek bir kadın serüveni bile bulunmadığını ve büyük okur çevrelerini ilgilendirmeyeceğini, önce bir beş bin basmasının uygun düşeceğini yazdım. Bir yıl sonra yalnız Almanya’da, bugün benden tek satır yasak olan Almanya’da elli bin satılmıştı.”

(Dünün Dünyası, Stefan Zweig, Can Yayınları)

Şiir Dilini Geliştirmek

“İlk şiir kitabımdan sonra bir ikinciyi yayınlamak için altı yıllık bir ara verdim. İlk düzyazı kitabımı da üç dört yıl sonra yayınladım. Vaktimi, yabancı dillerden çeviriler için kullandım; bunu öğütleyen Dehmel’e şimdi de borçluluğumu belirtmeliyim. Genç bir şairin kendi dilini derinlemesine ve daha güçlü yaratıcılıkla kullanabilmesi için en verimli yolun bu olduğu kanısındayım bugün de. Baudelaire’in şiirlerini Verlaine, Keats, William Morris’ten birkaç şiir, Charles van Lerberghe’nin küçük dramını, Camille Lemonnier’in Pour me Faitre le Mien romanını çevirdim. Her yabancı dil, kendi anlatım özellikleriyle direnip yeni baştan yaratmaya yolaçar; araştırmadan ön plana çıkmayan anlatım güçlerini gerektirir. Yabancı dili kendimin yapmak ve kendi dilimi de elle tutulacak bir biçim güzelliğine zorlamak yolundaki bu savaş, olağan bir sanat sevinci vermiştir bana her zaman.”

(Stefan Zweig, Dünün Dünyası, Can Yayınları)

Stefan Zweig’tan Akıcı Yazma Sırları

“Bir romanda, bir biyografide, bir ruhsal çözümlemede uzun uzadıya anlatmalar, anlamsız ve boşuna sayıp dökmeler, kesinlikten yoksun belirsizlikler, aşırılıklar beni şaşırtır, hatta kızdırır. Yaprak yaprak yükselen ve son sayfaya kadar soluğu kesercesine sürükleyen bir kitabın tam tadına varabilirim ancak. Elime aldığım kitapların onda dokuzu yersiz betimlemeler, gevezeliklerle dolu diyaloglar ve hiç de gerekli olmayan ikinci planda kişilerle pek fazla şişirilmiş, bu yüzden de sürükleyiciliğini iyice yitirmiş, dinamizmden yoksun düşmüştür.

KLASİKLERDEKİ KOF YERLER

"Hatta en ünlü klasiklerde bile öyle kof ve ağır yerler vardır ki, keyfim kaçar. Homer ve Balzac’tan,
Dostoyevski ve Zauberberg’e (Thomas Mann’ın çok uzun ve ünlü romanı Büyülü Dağ) kadar bütün dünya edebiyatını, yazarın gereksiz yanlarını iyice kısaltıp yeni ve gözden geçirilmiş bir dizide yayınlamayı, işte bundan ötürü editörlere sık sık öğütlemişimdir. Zaman aşımına dayanabilecek yanları olduğuna hiç kuşkum bulunmayan bütün bu yapıtlar ancak böyle yeniden canlılığa kavuşunca günümüzü etkileyebilir.

MARİE ANTOİNETTE

“Uzun uzadıya anlatılan her şeyden böylesine hoşlanmayışım, yabancı yapıtları okuyup kendime aktarırken beni olağanüstü uyanık yapar. Aslında, kolay ve akıcı yazarım. Bir kitabımın yazılışında kalemi başıboş bırakırım ve rastgele anlatırım. Biyografide, elde ettiğim değerli ne kadar ayrıntı varsa kullanırım. Marie Antoinette gibi bir biyografi yazarken, kullanışlılık değerini anlamak için her şeyi gözden geçirmiş, o günlerin bütün gazete ve dergi yazılarını inceleyip bütün duruşma dosyalarını en son satırına kadar didik didik etmişimdir. Ama kitabımın basılışında bütün bunlardan tek satır yoktur. Çünkü bir kitabımın taslağını ortaya koyduktan sonra başlar, asıl çalışmam. Bir tür toplayıp sıkıştırmak, yeniden oluşturmak diyebileceğim bu işte, yeni yeni nüshalar ortaya koymaya doyamam. Bu bir bakıma gemi güvertesinden durmamacasına safra atmak, sürekli bir sıklaştırma ve durulmadır. Başkaları, elde ettikleri her satırı olduğundan daha genişletip derinleştirmek için belirli bir tutkunluk duyar. Bendeyse, ortaya koyacağımdan hep çoğunu öğrenmiş olmak gibi şiddetli bir istek vardır. Bu yoğunlaştırma ve etkililiği artırma işi, basılı kağıtlarda bir kez, iki veya üç kez daha yinelenir. Değeri azaltmayıp akıcılığı da artıran atılacak daha bir cümle, hatta tek bir söz bulabilme çabam, sonunda keyifli bir avlama halini alır. Bütün çalışmalarımın en hoşlandığım yanı, işte bu vazgeçip atıvermelerdir.

SÜRÜKLEYİCİLİK

"Günün birinde çalışmalarımdan çok hoşnut kalktığımı görüp pek mutlu bir halim olduğunu söyleyen karıma, gururla, ‘Evet, bütün bir parçayı daha çizip geçişi hızlandırdım’ dediğimi hatırlarım. Kitaplarımın sürükleyici hızlılığı bazen övülüyorsa bu olağan bir aşırı istek ya da heyecanlanma sonucu değil, tersine, yalnızca bütün gereksiz araları ve önemsiz sesleri hep atabilmemdendir. Eğer bunu bir sanat sayarsak, vazgeçebilme sanatı diye adlandıracağım. Ama bin sayfalık bir kitaptan sekiz yüzü kağıt sepetini boylayıp geriye ancak iki yüz sayfalık bir öz kaldığında hiç de yakınmam. Kitaplarımın azbuçuk etkililiğini ille de bir şeyle açıklamak gerekirse, daha hesaplı bir biçime zorlayan, mutlaka gerekliyle yetinen — sıkı bir disiplindir—derim.”

(Dünün Dünyası, Stefan Zweig, Can Yayınları)

Zweig’ın Balzac’ı

Stefan Zweig, karısıyla birlikte Şubat 1942’de hayata veda etmeden önce son bir kurtarıcı gibi aylarca Balzac’ı beklemiş ama savaşın kasıp kavurduğu Avrupa’dan bu notlar ancak ölümünden “bir sonraki hafta” Brezilya’ya ulaşabilmiştir. Zweig’ı böylesine bunalıma sürükleyen, Avrupa’yı artık tümüyle kaybettiği inancıdır: “Sanırım bu Avrupa’ya ve orada sahip olduğum hiçbir şeye bir daha dönemeyeceğim” der.

TAM BİR AVRUPALI

Viyanalı Yahudi Zweig, aslında tam bir Avrupalıdır, kendisini öyle görür. Henüz daha AB fikri ortada
yokken, o savaşlar öncesinde Avrupa’nın büyük başkentleri arasında mekik dokuyarak, Avrupa ruhunu yaşar ve eserlerinde yaşatır. Zweig’ın eserleri, bugün artık ne ölçüde varolduğu tartışmalı, “Avrupalılık” ve “Avrupa kültürü” gibi kavramların içini doldurmamızı sağlar.

Dörtte üçü tamamlanmış Balzac, Zweig’ın ölümünden sonra yayınlanır. Her kitabını önce yüzlerce sayfa halinde yazıp sonra adım adım kısaltarak damıtılmış bilgiyi kitap olarak yayınlayan Zweig, Balzac’ın son şekli üzerinde bir kez daha çalışabilseydi, büyük bir ihtimalle yine birçok kısaltma yapardı.

OTUZ YILLIK BELGE

Ama yine de Balzac, Zweig emeği olduğunu hissettirir. Balzac’ı birebir tanımamız ve anlamamız için hiçbir ayrıntı kaçırılmamıştır. Zweig, Balzac için otuz yıl belge toplamıştır. Bununla da yetinmemiş, Hitler karabasanından kaçarak sığındığı Londra’dan, güçlükle bir fırsat yaratıp Paris’e gitmiş ve ondört gün boyunca yeni bilgiler edinmiştir. Ama Zweig, kendisine “düşman” Londra’dan ayrılarak Brezilya macerasına atılırken, kitaplarını ve arşivini de geride bırakmak zorunda kalmıştır.

DEHA

Zweig, Balzac’tan “deha” olarak sözeder. Annesinin kendisinden nefret etmesi nedeniyle doğumundan itibaren bir öksüz gibi, başka bir evde ve yatılı okullarda büyüyen Balzac, kaçınılmaz olarak kitaplara sığınır. İnanılmaz bir hafızası vardır, “bir kitap sayfasını ezberlemek için şöyle bir bakması yeterlidir”. Fransızca veya Latince parçaları ezbere söyleyenleri dinlemesi, tekrarını yapmasını sağlar.

Balzac, yirmiki yaşından otuz yaşına kadar sadece para kazanmak için kötü bir “roman fabrikası” gibi çalışır. Balzac’ın bu yıllarda başlayan yazma hızı, herkesin kaldırabileceği gibi değildir; hiç dışarı çıkmadan günde on beş-on altı saat boyunca yazar, diğer saatlerde düzeltmeleri yapar, mektuplara karşılık verir ve birkaç saatlik uykudan sonra gece on ikide başlayan çalışma aynı hızla sürer gider…

ELLİ BİN FİNCAN KAHVE

Başlangıçta, ailesine ihtiyaç duymadan yaşayabilmek için başlayan bu tempo, sonraları hiçbir zaman bitmeyecek binlerce franklık borçlarını ödemek için gerekli olur. Uyanık kalabilmek için kendisinin hazırladığı özel kahvesini içer. Zweig, bir istatistikçinin Balzac’ın, “elli bin fincan aşırı sert kahve” içtiğini hesapladığını yazar.

Zweig, Balzac’ın hayatına giren kadınlardan hoşgörü ve bazen de acımayla sözeder ama evlilik yaptığı tek kadın olan Madam de Hanskaya’dan nefretini saklamaz. Rus aristokratı bu kadın  
Zweig’a göre, Balzac’ın İnsanlık Komedyası’nı tamamlamasını engellediği gibi, peşinden Rusya’ya sürükleyerek Balzac’ın erken yaşta ölmesine neden olmuştur.

ŞIMARIK KADINLAR

Madam de Hanskaya, kızı ve damadı için Balzac bir bilboquet, eğlenceli bir soytarı olmuştur. Diğer arkadaşlarının yanında Balzac çalışabilmiştir. Ancak durum burada farklıdır. Yaşamları boyunca parmaklarını bile kıpırdatmamış olan bu boş, şımarık kadınlarda gerçek, ciddi bir çalışma atmosferine ters düşen birşeyler vardır” der.

Madam de Hanskaya, Balzac’ın evlenme teklifini uzun yıllar oyaladıktan sonra ancak öleceğini anladığı zaman kabul eden, sıkıntı çekmeden tarihe geçmek isteyen, hesaplı kitaplı bir kadın olarak tanıtılmıştır. Yayıncı, kitapta yeralmasa da, notlarda Zweig’ın, Balzac’ın ölümünden sonra dul eşi ve ailesinin, nasıl Balzac’ın savurganlık zaafına yakalandıklarını ve milyonları hiç duraksamadan nasıl savurduklarını anlattığını belirtmiştir.

Radikal Kitap

Dostoyevski Ecinniler’i Nasıl Yazdı?

Andre Gide, Dostoyevski'nin Ecinniler romanı ile ilgili çok önemli bir ayrıntıyı keşfetmiştir:

“Bence Dostoyevski‘nin mektupları, eserlerinin özellikle de bu büyük yazarın en güçlü ve en olağanüstü kitabı olan Ecinniler‘i nasıl kaleme aldığı konusunda bizi aydınlatmaktadır. Biz burada çok özel bir edebiyat olayına şahitlik ediyoruz. Dostoyevski‘nin yazmak istediği kitap, bizim elemizdekinden oldukça farklıymış. Ecinniler'i yazmaya başladığında, ilk başlarda hiç düşünmediği yeni bir kişi doğmuş zihninde. Bu yeni karakter yavaş yavaş romanda ön plana geçmiş ve işin başında en önemli kahraman olması gereken kişiyi yerinden etmiş. Dostoyevski Ekim 1870′de, Dresten’de, ‘Hiçbir eser bana bunun kadar acı vermedi’ diye yazar:

ROMANIN GERÇEK KAHRAMANI

‘İlk başlarda, yani geçen yazın sonlarına doğru, onu üzerinde çalışılmış, şekillendirilmiş kabul ediyor ve ona yüksekten bakıyordum. Ancak daha sonra gerçek ilham geldi bana ve bu eseri bir anda sevdim, dört elle ona sarıldım ve o ana kadar yazdıklarımı karalamaya koyuldum. O yaz, başka bir değişiklik daha oldu. Romanın gerçek kahramanı olmak isteyen yeni bir kişi belirdi, öyle ki sonunda ilk kahraman geriye çekilmek zorunda kaldı. Gerçi o da oldukça ilgi çekiciydi ama yine de kahraman adına gerçekten yaraşmıyordu. Yeni kişi beni öylesine büyüledi ki, bütün eseri yeniden yazmaya koyuldum.’

Artık bütün dikkatini topladığı bu yeni karakter, belki de Dostoyevski‘nin yarattığı en ilginç ve en ürkütücü varlık olan Stavrogin’dir.”

(Dostoyevski, Andre Gide, L&M Yayınları)

Tolstoy’un Son Kaçışı

“9 Kasım— 26 ve 27 Ekimde neler olup bittiğini anlatmayacağım, ama 28 Ekim günü sabahın beşinde Leon Nikolayeviç (Tolstoy) doktor Makevitski ile gizlice evimizi terketti. Kaçışının bahanesi de, haber vermeden, geceleyin kağıtlarını karıştırmış olmam. Evet çok kısa bir süre çalışma odasına girdim ama hiçbir şeyine elimi sürmedim. Zaten çalışma masasının üstünde tek bir kağıt yoktu. Bana yazdığına göre, (bu mektup aynı zamanda tüm dünyaya yazılmış oluyor) böyle davranmasının nedeni, bizim şatafatlı yaşantımızdan kaçmak içinmiş, çünkü bir köylü gibi izbe bir kulübede yaşamak istiyormuş.

"KENDİMİ GÖLE ATTIM"

"Öyleyse, neden kızı Saşa ile Varvara Feokritov’u, bu asalağı getirtti? L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Saşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Saşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30′da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: ‘Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.’

"YANINA SOKMADILAR"

"Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. L.N. 7 Kasım sabah saat altıda öldü. 8 Kasımda, İaznaya Poliana’da toprağa verildi.”
Kızı Tatyana Tolstoy anılarında şunları yazıyor:

“Annem yaklaştı, baş ucuna oturdu ve üstüne eğilerek ona veda etti ve suçlu olduğu herşey için bağışlanmasını yalvararak sevecenlik dolu ve gönül okşayıcı sözcükler mırıldandı. Aldığı tek yanıt, birkaç derin iç çekmeden ibaretti.”

(Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Düşün Yayınevi)

**S.T., 1862 yılından, kocasının öldüğü 1910 yılına kadar güncesini yazdı

Tolstoy’un Karısına Veda Mektubu



82 yaşındaki Tolstoy, evden kaçışının üçüncüsünde geri dönmemeye kararlı olarak bir daha görmek istemediği karısına bir veda mektubu yazmıştı:  
 “Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanısıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terkedip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.(…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.(…)
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Saşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”
Leon Tolstoy
BAĞIŞLANMASINI İSTEDİ
Tolstoy’un yanında kızları Tatyana ve Saşa ile oğlu vardı. Tolstoy bilincini yitirdikten sonra yanına karısının içeri girmesine izin verdiler.
Kızı TatyanaTolstoy anılarında şunları yazıyor:
“Annem yaklaştı, baş ucuna oturdu ve üstüne eğilerek ona veda etti ve suçlu olduğu herşey için bağışlanmasını yalvararak sevecenlik dolu ve gönül okşayıcı sözcükler mırıldandı. Aldığı tek yanıt, birkaç derin iç çekmeden ibaretti.”

“AÇLIKTAN ÖLECEĞİNİ AÇIKLADI”
Kızı Tatyana Tolstoy, annesine yazılmış bu veda mektubunun kendisine verilmesinden sonrasını da şu şekilde anlatır:
“Babamın bıraktığı mektubu 28 Ekim sabahı ona verdikleri zaman, annem koşarak kaçıp gitti ve kendini göle attı. Onu çekip çıkardılar. Daha sonra, değişik intihar girişimlerinde bulundu. Sonra canına kıymak için yapacağı her davranışın sürekli olarak gözetlendiğini anlayınca, açlıktan öleceğini açıkladı.”
“GİZLİCE EVİMİZİ TERKETTİ”
Sofiya Tolstoy, evlendiği 1862 yılından Tolstoy’un öldüğü 1910 yılına kadar aralıksız yazdığı güncesinin son sayfalarında Tolstoy’un evinden kaçışı ve ölümü ile ilgili şunları yazar:
7 Kasım -L.N. bu sabah saat altına öldü.
9 Kasım26 ve 27 Ekim'de neler olup bittiğini anlatmayacağım, ama 28 Ekim günü sabahın beşinde Leon Nikolayeviç (Tolstoy) doktor Makevitski ile gizlice evimizi terketti. Kaçışının bahanesi de, haber vermeden, geceleyin kağıtlarını karıştırmış olmam. Evet, çok kısa bir süre çalışma odasına girdim ama hiçbir şeyine elimi sürmedim. Zaten çalışma masasının üstünde tek bir kağıt yoktu. Bana yazdığına göre, (bu mektup aynı zamanda tüm dünyaya yazılmış oluyor) böyle davranmasının nedeni, bizim şatafatlı yaşantımızdan kaçmak içinmiş, çünkü bir köylü gibi izbe bir kulübede yaşamak istiyormuş.
"KENDİMİ GÖLE ATTIM"
"Öyleyse, neden kızı Saşa ile Varvara Feokritov’u, bu asalağı getirtti? L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Saşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Saşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30′da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: ‘Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.’
"YANINA SOKMADILAR"
"Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. L.N. 7 Kasım sabah saat altıda öldü. 8 Kasımda, İaznaya Poliana’da toprağa verildi.”
“DÖŞEME TAŞLARINI YIKARKEN ÜŞÜTTÜ”..
Sofiya Tolstoy, Tolstoy’un ölümünden sonra dokuz yıl daha yaşadı. Torunu Tania, onun son yıllarında biraz huzur bulduğunu anlatır:
Sofiya Andreevna, 1919 Ekim'inde, döşeme taşlarını yıkadığı sırada üşüttü: herşeyi kendisinin yapmasını hep severdi. Ölümünün yaklaştığını anladı ve bu gerçeği tevekkülle, gösterişsizce kabullendi. Son yıllar ona bir parça huzur ve kayıtsızlık getirmişti. Tolstoy’un, karısı için hep düşünü kurduğu durum biraz olsun gerçekleşmişti, ‘bu huy değişikliğini görmek için, şöhretini bile feda ederdi o.’ Onun (Tolstoy), görüş ve düşüncelerine daha az yabancılık duymaya, onun gibi yalnız sebze ve meyve yemeye ve etrafına karşı daha hır gürsüz ve uysal olmaya başlamıştı. Dukan Makovitski ve kocasının (evlilik öncesi) çapkınlık ürünü olan kızı Saşa’yı bağışladı, oysa herşeyi onlar düzenlemişti. (…) Saşa teyzem ise annesine çok yaklaştı ve son hastalığında ona Saşa baktı. Soğuk algınlığı zatürreye dönüştü. (…) Kendinden geçip komaya girdiğinde, sanki dikiş dikiyor ya da iğneye iplik geçiriyormuş gibi ellerini oynatıyordu; eller hep çalışmıştı. Tolstoy can çekişirken, ellerinin yazmaya devam ettiği gibi… Sızlanmadan, inlemeden, herkesi elveda dedi…”
DERVİŞ GİBİ YOLLARDA 
Leon Nikoloyeviç Tolstoy, hayatının ikinci yarısındaki arayışları sırasında, neden evini terketmek, soyluluk unvanından vazgeçmek ve “Rusya’nın yollarına düşüp bir gezgin gibi dolaşıp durmak” istediğini şöyle yazıyordu güncesine:
“Ailem içerisinde rahat değilim, çünkü yakınlarımın duygularını paylaşamıyorum. Onları sevindiren herşeyi, okul sınavlarını, yüksek tabakadan kimseler arasında başarı kazanmayı, alışverişleri, bütün bunları ben onlar için bir kötülük ve felaket olarak görüyorum ama bunu onlara söylememeliyim. Aslında söyleyebilirim ve söyledim de, ama bu sözlerimden kimse bir şey anlamadı.”
 “KARIM BOYNUMA ASILMIŞ BİR DEĞİRMEN TAŞI"!
“Böyle yaşayamayacağımı ve yaşamak da istemediğimi bir anlasalar artık, özel giysili uşaklarla çevrilmiş, gümüş tabaklar içerisinde dört türlü yemek ve bütün bu gibi gereksiz şeylerle ve başkaları kendileri için en gerekli şeyleri bile bulamadıkları halde… Oysa hepsi onlardan bir tek fedakarlık beklediğimi biliyor: Yalnızca lüksten vazgeçmelerini, Tanrı'nın, insanların arasında egemen olmasını istediği eşitliğe karşı işlenmiş korkunç bir günahtan başka bir şey olmayan şu lüksten vazgeçmelerini istiyorum sadece. Ne yazık ki, yatağımı ve hayatımı paylaşan karım, düşüncelerimi de aynı şekilde paylaşacak yerde onlara düşman kesiliyor. Boynuma asılmış bir değirmen taşı o, beni sahte ve yalancı bir hayata sürükleyen ve vicdanıma yük olan bir ağırlık. Elimi kolumu bağladıkları bu bağları çoktan kesip atmalıydım. Onlarla ne alışverişim var artık benim? Onlar benim hayatımı bozuyorlar, ben de onlarınkini; hiçbir yararı olmayan biriyim ben burada.”
KARISINI ÖLÜME İTMEKTENSE…
Kendini arayışında bütün servetinden, bağlarından kurtulmak ve bir köylü gibi yalnız yaşamak isteyen Tolstoy iki kez evinden kaçar ama aile bağları ağır basar. Stefan Zweig, Tolstoy’un yaşadığı çelişkiyi şu şekilde açıklar:
“İki defa evden kaçtı ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karısının intihar edebileceği düşüncesi, onun bütün gücünü felce uğratıyordu; soyut fikirleri uğruna bir tek insani varlığı bile feda etmeye karar veremiyordu. Çocuklarıyla bozuşmaktansa ve karısını ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya bağlı bir topluluğun ezici damı altında inleyerek kalmayı ve buna katlanmayı tercih ediyordu; umutsuzca savaşıyor ama birtakım şiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranışla, bazı önemli sorunlarda, her zaman boyun eğiyor ve başkalarına acı vermektense kendi acı çekmeyi tercih ediyordu.”
SABAHIN ALTISINDA GİZLİCE…
Tolstoy son kaçışında karısına veda mektubunu istasyonda aceleyle yazmış ve mektubu arabacıyla yollamıştı. Tolstoy son yolculuğuna, 28 Ekim 1910 günü sabahın altısında Iasnaya Poliana’daki evinden gizlice ayrılıyor; paltosu, başında kaba saba bir kasket ve ayaklarında kauçuk ayakkabılar... “Günlüğü, bir kurşun kalem ve bir kamış kalem” yanında. Adını T.Nikolayev olarak söylüyor. Trenle Şamardino Manastırı’nda rahibe olan kız kardeşinin yanına gidiyor ve onunla da vedalaşıyor. İki gün sonra yanına kızı geliyor.
GERİ DÖNME KORKUSU
“Ama burada, bu sığınakta da kendini rahat hissetmiyor; tanınacağından, izleneceğinden, yakalanacağından ve kaçtığı o karışık ve sahte hayata tekrar geri götürüleceğinden korkuyor. 31 Ekim’de, sabahın dördünde birdenbire kızını uyandırıyor ve daha uzağa, nereye olursa olsun, Bulgaristan’a, Kafkasya’ya, yabancı ülkelere, insanların, şan ve ünün artık kendisine ulaşamayacağı, sonunda yalnız kalabileceği, kendini ve Tanrı’yı bulacağı yerlere gitmek için ısrar ediyor. (…)
SIRRI ORTAYA ÇIKIYOR
“Daha kaçak, kasketini alnına eğip, kompartımanına yerleşmeden yolculardan biri büyük ustayı tanıyor ve hemen trendeki herkes bunu öğreniyor; sırrı meydana çıkıyor; çok geçmeden, dışarıda vagonun kapısı önünde, onu görmek için erkekler ve kadınlar toplanıyorlar. İnsanların yanlarında taşıdıkları gazetelerde, zindandan kaçan bu değerli vahşi yaratık hakkında sütun sütun yazılar yayımlanıyor; artık kim olduğu ortaya çıkmış ve etrafı kuşatılmıştır; bir kere daha ve son defa olmak üzere, şan ve ün, Tolstoy’un, mükemmelliğe giden yolunu kesmiştir.”
Trenin gittiği yollar boyunca telgraflar işler, polis her istasyona haber verir, bütün memurlar seferber edilir, ailesi, onun için özel tren hazırlattırır. Moskova’dan, St Petersburg’dan, Nijni Novgorod’dan gelen gazeteciler onun peşine düşer. Tren sınıra geldiği sırada ise, bir memur Leon Tolstoy’u nezaketle selamlar ama sınırı geçmesine izin vermez.
ASTAPOVA TREN İSTASYONU SON DURAK
“Birdenbire kızı, ihtiyarın vücudunun bir ürpermeyle sarsıldığını farkediyor. Tükenmiş bir halde sırtını sert tahta sıranın arkalığına dayıyor. Titreyen varlığının her tarafından ter fışkırıyor ve alnından da ter boşanıyor. (…) Küçük bir tren istasyonu olan Astapova’da, durmak gerekiyor; hasta daha uzağa gidemeyecek. Onu misafir edebilecek ne bir saray var ne bir otel ne de bir han. Ne yapacağını şaşıran istasyon şefi, istasyona ait tek katlı ahşap evin içerisindeki çalışma odasını teklif ediyor. (Burası o zamandan beri hacca gidercesine ziyaret edilen bir yer olmuştur.) Soğuktan titreyen ihtiyarı oraya götürüyorlar ve birdenbire herşey, tıpkı hayal ettiği gibi gerçek oluveriyor:
CAN ÇEKİŞEN TOLSTOY
“İşte basık tavanlı, ağır bir havayla ve kapalı yerlere özgü bir koku ve yoksullukla dolu küçük oda. İşte demir karyola, gaz lambasının kısık ışığı; kaçtığı lüks ve konfor bu sefer çok uzaklarda. (…) Dışarıda, kapalı kapının önünde, soluk soluğa ve büyük bir açgözlülükle şan ve ün boşuna nöbet tutuyor, gazeteciler ve meraklılar, gözcüler, polisler ve jandarmalar, Saint Synode’un gönderdiği papaz ve Çarın gönderdiği subaylar boş yere bekliyorlar ve itişip kakışıyorlar... (…) Can çekişen ihtiyarın yanında yalnızca kızı- doktoru ve bir aile dostu ile birlikte- nöbet tutuyor; alçakgönüllü ve sakin bir sevgi, onu sessizce kuşatıyor.
“Dışarıda, insanlar meraklı ve saygısız bir şekilde kaynaşıp duruyorlar. O artık onların varlığını farketmiyor. Pencerenin önünde, gözlerinden sel gibi boşanan yaşlarla, karısı Sofiya Andreevna, odanın içine bakmaya, kırk sekiz yıldır birlikte olduğu insanın yüzünü, uzaktan da olsa bir kerecik daha görmeye çalışıyor.(…) 4 Kasım gecesi, son bir kere daha kendine geliyor ve içini çekiyor: ‘Peki ama köylüler nasıl ölüyorlar?’ diye soruyor. Bu ölümsüz adama ölüm ancak 7 Kasım’da ulaşıyor.”

(Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Düşün Yayınevi)

(Dünya Fikir Mimarları, Cilt III, Stefan Zweig, İş Bankası Yayınları)