Translate

25 Temmuz 2010 Pazar

Yabancı Gözüyle Türk Romanı

“Yabancı”, Princeton Üniversitesi’ndeki doktora çalışmasını, 1872-1900 yılları arası TÜRK ROMANI üzerine yapan Robert P.Finn’dir.

Finn’in, 1976-77 yıllarındaki çalışması, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş, dağılma sürecinin ruh kargaşasını ortaya koyar.

Ellerindekinin gitmekte olduğunu gören Osmanlı aydını, yeniliklere sarılmak ister ve kendilerinden çok ileri olan Avrupa’ya döner; vakit sınırlıdır, Avrupa’yı sadece şekil olarak taklit eder ve bu şekilcilik bugün de hala varlığını sürdürecek genel bir alışkanlık haline gelir; esasa girmek yerine dış çerçeveyi, görünüşü değiştirmek temel karakterdir artık.

Türkçe de dahil 15 dil bilen Finn, 2002-2003 tarihleri arasında ABD’nin Afganistan Büyükelçisi olarak görev yapmış, Nazlı Eray’ın Orpheus adlı eserini İngilizce’ye çevirmiştir.

TOMRİS UYAR TÜRKÇE’YE ÇEVİRDİ 

Finn’in tezini Türkçe’ye kazandıran Tomris Uyar’dır.

Bu da kitabın dikkate alınmasını gerektirecek bir işarettir.

1872 ile 1900 yılları arasında “aşağı yukarı” 35 Türk romanı yayınlandığına dikkat çeken Finn, kitabında bunlardan 18’ine değinmiş, 13’ünü de irdelemiştir.

Finn, Türkçe’deki roman tarihini, 1872’de yayınlanan Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-i Talat ve Fitnat adlı romanıyla başlatır:

Taaşşuk-i Talat ve Fitnat, gerçek aşkın özü, aşkta özverinin önemi gibi konulara eğilişiyle olduğu kadar, betimlemeleriyle de bu masalları (Leyla ile Mecnun, Hüsrev ile Şirin) anımsatır; oysa anakonu, on dokuzuncu yüzyıl sonlarının bir toplumsal sorunu olan görücü evliliğidir. Yine de bu masalda Talat’ın annesinin ağzından dinlediğimiz kendi başından geçen aşk öyküsü, temelde Leyla ile Mecnun’dan alınmadır.”

NEDENSELLİK YOK 

Finn, Divan Edebiyatı geleneğinin temelde, “kişilerin ruh durumlarını vurgulama” ya dayandığını, toplumun durumunun ağırlık taşımadığına, bu geleneği sürdüren ilk Türk romanlarının da aynı şekilde, “nedensellik ilkesine” uygun eylemle ilgilenmedikleri tespitini yapar.

“Türk romanı, İngiliz ve Rus romanında gördüğümüz kırsal panoramaya ilgi duymaz. Tarihi süresince kentçiliği ağır basan bir olgudur, bu; önceleri İstanbul ve çevresinin, daha sonra da Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal’ın yapıtlarında görüldüğü gibi, Ankara’nın değerleriyle ilkelerini yansıtır. (…)
“İngiltere’de ve Fransa’da roman, aslında orta sınıfların yaşama alanıdır, öyle olagelmiştir; ne var ki, yüzyıl öncesinin Türkiyesi’nde roman türü, küçük, sezgili bir okur kitlesine seslenen, kentli ve aydın bir seçkinler tabakasının buyruğundaydı. Yani roman, yaratıcının algılarını, büyük ölçüde paylaşan bir okura, yine tanıdık bir yaşam aracılığıyla sesleniyor. Romanın ortamı, toplumu tümüyle kapsamıyordu; yeni yeni ayrıcalıklar kazanmış bir tabakanın ortamıydı.”

ÇÖKÜŞ DÖNEMİNİN ALEGORİSİ

Finn, ilk romanlarla ilgili ilginç bir tespit yaparak, bunlardaki karamsarlığı, Osmanlığı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde olmasının bir yansıması olarak görür. Yazarlar, toplumsal ve siyasi konularda yazamıyorlardır ama bir aile içi hikayenin rengini/tonunu belirleyen yine toplumsal/siyasal gelişmeler olmaktadır:

“Ekonomik ve toplumsal yozlaşmayla hızlanan çöküş döneminin alegorisi, gittikçe kararan bir roman atmosferi içinde izlenir. Türk romanının 1872’den 1900’e kadar gösterdiği gelişme, yabancı bir tekniğin topluma ustaca yedirilişi açısından ilginç bir tarihçedir.”

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL'İN İNCELMİŞ TEKNİĞİ

Finn, Şemsettin Sami’den, “yalnızca Paris’li gündeşlerinin edebiyat yöntemlerini özümlemekle kalmayan bir sonraki kuşağın estetik akımlarını haber veren” Halid Ziya Uşaklıgil’in “incelmiş, usta tekniğine” varıncaya kadarki dönemi/dönüşümü; Fransa’da 1678 yılında yayınlanan, (psikolojik romanda modern geleneğin başlangıcı kabul edilen) La Princesse de Clèves’den, (psikolojik romanın güçlü ismi) Paul Bourget’in (1852 1935) Çömez’i arısandaki “korkunç uzun yolun katedilmesi" olarak görür.

“Böylesine inanılmaz bir yolun bir kuşağın yaşamı süresince alınması, o dönem Türk romanının öykünmeciliğine bağlanabilir. Ayrıca bu gelişim, ne özde ne kronolojide Fransız romanının gelişimine koşut gitmez, umulabileceği gibi oldukça rastgele ve görelidir.” görüşünü savunur.

Üstelik bu iki Fransız romanı arasında, Rus ve İngiliz klasik yazarlarını saymazsak, sadece Fransa’da şu büyük isimler vardır:

Stendhal (1783-1842), Honore de Balzac (1799-1850), Prosper Merime (1803-1870), Gustave Flaubert (1821-1880), Goncourt Kardeşler: Edmond de Goncourt (1822-1896) / Jules de Goncourt (1830-870), Alpnonse Daudet (1840-1897), Guy de Maupassant (1850-1893).

(Robert P. Finn, Türk Romanı/İlk Dönem 1872-1900, Bilgi Yayınevi)

İlk Türk Roman Yazarlarının Zaafları

BUGÜN DE AYNI ZAAFLAR

1872- 1900 tarihleri arasındaki ilk Türk romanı üzerine doktora çalışması yapan ve bunu kitaplaştıran Amerikalı yazar, diplomat Robert P. Finn, ilk Türk roman yazarlarının kimliklerini ve zaaflarını, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminin yansımaları ve sonucu olarak değerlendirir.
Ortaya garip bir şekilde bugün de değişik bir örneğini yaşadığımız bir yazar kimliği ve yansıttıkları dünya ortaya çıkar.

Yazar kimliğinin, birebir olmasa da genel çerçevede, yüz yıl sonra bu topraklarda aynı noktaya gelmesinin nedeni ne olabilir?

Finn’i dinlersek belki çıkarabiliriz:

“Romancılar, kişilerini kendi çevrelerinden, İstanbul toplumunun küçük, içine dönük dünyasından seçerler. Kentin geniş dünyası romana ya bir araba penceresinden girer, ya zarif bir kayıktan izlenir; Beyoğlu’nda ithal malı eşya satan bir mağazadaki kumaş topları arasında ya da edebiyatçı dostlarla geçen çılgın bir akşamda şöyle bir görünen bir ‘nümune’dir."

ÖYKÜNDÜKLERİ KÜLTÜR

“Bu toplumun ana çizgisini oluşturan genç adamlar, yaşamı umursamazlar. Amaçları, Fransız beğenisinden ve levanten terziler elinden çıkma giysilere kavuşmak gibi geçici hevesleri aşmaz. (…) Abdülhamit rejiminin baskısı onları siyasaya katılmaktan alıkoymuştur, onlar da bu küskünlüklerini pahalı bir kültürün sunduğu hazlarla geçiştirirler, oysa bu pahalı kültürün ayrımcılıklarının bedelini bile ödeyememektedir iflas etmiş İmparatorluk. Hepsinin ağır ve düzenli çalışma gerektirmeyen bir işi vardır, hepsi mirasa konmuştur. İçedönük gençlerdir, mutlulukları, duyum açlığının doyurulmasına bağlıdır. Öykündükleri kültür, yaşadıkları topluma yabancıdır; alafrangalık’ları, böylelikle bir kendini kandırma çabasından öteye gidemez. Sonuçta, başkalarıyla kurdukları ilişkilere de bulaşır bu yapaylık; romanların ana düşüncelerinden biri bu kişilerin kaçınılmaz bir biçimde gerçekle yüzyüze geldiklerinde yaşadıkları bunalımdır.(…)

ORTA SINIF OLMAYINCA
 
“Yazarlar, ekonomik ve askeri alanda İmparatorluğa karşı yabancı güçlerce girişilen yağmanın bilincinde olsalar da bu çöküntünün tohumlarını Osmanlı ailesinin çatısında aramış, nedeni, atalarının askerce yapısından yoksun gördükleri inatçı ve züppe gençlerdeki dinamizm yoksunluğuna bağlamışlardır. (…)

Ian Watt’ın da belirttiği gibi, İngiltere ve Fransa’da roman, orta sınıfların hizmetindedir, o doğrultuda gelişmiştir. Oysa Osmanlı Türkiye’sinde okuryazarlık, bir azınlığın ayrıcalığı olma durumundadır ve bu romanların yayımlandığı gazetelerin günlük tirajı da on, on iki bini aşmaz.”

(Robert P. Finn, Türk Romanı/İlk Dönem 1872-1900, Bilgi Yayınevi)

23 Temmuz 2010 Cuma

Enis Batur’un Tehditleri!..

Okur ve yazarlık hızına yetişilmesi neredeyse imkansız Enis Batur, 1990’da ilk baskısını yapan KEDİLER KRALLARA BAKABİLİR kitabında birkaç küçük tehdit göndermişti çevresine…

“Ben, Carl Sagan’ın ‘Kosmos’unu okumamış insanlarla sohbeti kısa kesiyorum. Çünkü onlar İskenderiye Kitaplığı'nın içeriğiyle günümüzün dev kurumsal kitaplıklarının içeriği arasındaki özlü farklılığı ve trajik yazgı ortaklığını bilmiyorlar, bu nedenle de içleri kararmıyor, daha doğrusu kararmasın istiyorlar, isteyebiliyorlar."

UMBERTO ECO’NUN KÜTÜPHANESİ
 
“Epey sonra, bir başka arkadaşım, Umberto Eco’nun küçümen risalesini gönderdi: ‘De Biblotecha’. (Nasıl çevirmeli bu başlığı? Şimdilik şöyle: ‘Kütüphanelere Dair’.) Bana öyle geliyor ki, yakında bu risaleyi okumamış olanlarla da sohbeti kısa tutacağım. Çünkü onlar, ‘Gülün Adı’ndaki kitaplığın iç çizimini bir kağıt üzerinde denememiş kişilerdir- gibi geliyor bana.”

Batur, bu listesini bugün ne ölçüde değiştirdi bilinmez ama daha sonraki yıllarda kendisi bir COSMOS olmasa da KÜTÜPHANE (2005) adlı bir deneme kitabı yayınladı. Ama Batur, EX LİBRİS’i 1986’da Gösteri dergisinde yayınladığını açıklamayı da ihmal etmemişti.

Eco’nun DE BİBLOTECHA adlı makalesi, 1991 yılında Adam Yayınları’ndan yayınlanan GÜNLÜK YAŞAMDAN SANATA adlı kitapta yeraldı.

“KÜTÜPHANEM DEV BİR KUM SAATİ”

Batur KÜTÜPHANE’sinde, Pascal Quignard’ın, “Bir okurum ben, yazarlığımı okuduklarım belirler” sözlerini aktardıktan sonra, kendisi için kitap okuma-yazma ilişkisini şu şekilde ifade eder:
“Tam böyle, tam o kadar olmasa da, benim yazdıklarımı da okumalarım biçimlendirmiştir: Okuduklarımdan hareket ederim –özellikle nesir yazarken böyledir bu. Kütüphanemin raflarında yan yana, üst üste dizilen onca kitabın içindeki harfler, imgeler irili ufaklı yazı yangınları için kıvılcımlar taşırlar. Kum saatiyle bozdum ya epeydir, kütüphanemin dev bir kum saati olduğu sanısı iyiden iyiye yer etti içimde:

Üst bölümden ağır ağır aşağıya akan işaretler bana doluyor, durmadan yeni kitaplarla beslenen üst bölüme baktıkça onlara vaktim kalmayacağını görüyor, anlıyor, biliyor olmam birşey değiştirmiyor: Bu tükenmez kumlu saat, Kum Kitabı gibi sonsuz tek bir kitap olabilir gerçekten de.”

(Enis Batur, Kediler Krallara Bakabilir/ Kütüphane)

Carl Sagan’ın KOSMOS’u


İSKENDERİYE KİTAPLIĞI’NA AĞIT
 
Prof Carl Sagan'ın, 1996 yılındaki ölümüne kadar astronomi konularında insanları aydınlatma amacının bir parçası olarak yazdığı önemli kitaplardan biri COSMOS'tur. Aynı zamanda bir tv dizisi olarak da çekilmiştir.

Bu kitap, dünyadaki yaşam ve uzayla ilişkilerinin ötesinde, insanoğlunun yıkıcılığının ve fanatizminin, gelişmesini nasıl engellediğini de anlatır.

SaganBüyük İskender tarafından, Mısır’da kendi adını taşıyan İskenderiye kentinde inşa ettirdiği büyük kitaplığa bir tür ağıt yakar  bu kitapla.

M.Ö. 3.yüzyılda, kuruluşundan, yok edildiği yedi yüzyıl sonrasına kadar, bu kitaplığın başta antik Yunan dönemi düşünürleri olmak üzere bütün bölge için önemli bir okul olduğunu, yarım milyon kitap bulunduğunun tahmin edildiğini ifade eder.

Sagan, bunun önemini vurgulamak için şu örneği verir:

1450 yıllarına doğru matbaanın icadından önce tüm Avrupa’daki kitap sayısı ancak on binlerle ifade edilebilirdi. Hepsi de elyazmasıydı. Çin’de M.Ö. 100 yıllarında kitap sayısı, 1450’lerde Avrupa’daki kitap sayısı kadardı.”

BAŞPİSKOPOSUN MÜRİTLERİ

Sagan, kitaplıkta çalışan son bilginin, matematikçi, astronom, fizikçi ve Yeni Platoncu felsefe okulu önderi olan Hypatia adındaki kadın olduğunu belirtir. 370 yılında İskenderiye’de doğmuş olan Hypatia döneminin İskenderiyesi uzun zamandır Romalıların egemenliği altındadır:

“Kölelik klasik uygarlığın canlılığını çürütmüştü. Hıristiyan Kilisesi yeni doğmuştu; gücünü kökleştirerek putperestliğin etkisini ve kültürünü silmeye çaba harcıyordu. İskenderiye Başpiskoposu Cyril, Hypatia’nın Romalı valisiyle olan yakın dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise tarafından putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. 415 yılında bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril’in müritleri tarafından yolda kıstırıldı. Atlı arabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller ellerindeki deniz kabuklarıyla Hypatia’nın etlerini kemiklerinden kazıdılar. Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Cyril’e ise azizlik payesi verildi. (…) Hypathia’nın öldürülmesinden sonra kitaplığın son kalıntıları yok edildi.”

GERİYE KALMAYANLAR

Sagan, İskenderiye Kitaplığı’nın yok edilmesinin, birçok keşfin iki bin yıllık gecikmeyle bulunabilmesine yolaçtığını belirtir.
 
Buna verdiği örnek ise son derece çarpıcıdır:

“Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu’da aydınlığa kavuşmuştur. Bu keşif M.Ö. üçüncü yüzyılda, o dönemin en büyük metropolü sayılan Mısır’ın İskenderiye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyordu. (…) Aynı zamanda İskenderiye Kent Kitaplığı’nın da yöneticisiydi. (…) Eratostenes, yerküremizin çevre ölçüsünü yüzde bir, ikilik bir hata payıyla bulabilmişti. Bunu 2.200 yıl önce bulduğuna göre, yaptığı hata çok büyük sayılmaz. (…) Kristof Kolomb’un ilk yolculuğu kelimenin tam anlamıyla Eratostenes’in hesapları sayesinde gerçekleşmiştir. (…) M.Ö. 3.yüzyıldan itibaren altı yüzyıllık bir süre boyunca insanların İskenderiye’de başlattığı bu düşünsel serüven, bizi uzay kıyılarına götürmüştür.”

“GÜNEŞ SİSTEMİNİ BİLİYORLARDI”

İskenderiye Kitaplığı’nın yakılıp yıkılan yapıtlarının başlıklarının çok az bir bölümü bilinebiliyor. Sagan, Sofokles’in kitaplıktaki 123 yapıtından yalnızca yedisinin geriye kaldığını, Eskhylos’la Euripides’in yapıtları için de durumun aynı olduğunu ifade ediyor.

“Her biri elle yazılmış papüris tomarı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yarım milyon kitap bulunduğu sanılıyor. (…) Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. Bazılarının da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları. Günümüze kalan bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnini uyarıcı ne denli zengin bilgiler taşıyor, bir bilseniz! Örnegin, kitaplığın raflarından birinde bulunduğunu bildiğimiz Sisam’lı astronomi bilgini Aristarkus’un kitabında, yerküremizin gezegenlerden bir tanesi olduğuna ve onlar gibi Güneş’in etrafında döndüğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu. Bu ifadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden bulunması için iki bin yıl beklemek zorunda kalınmış oldu.”

DÜNYA TARİHİ DE YOKOLDU

Sagan, kitaplıkta yokolanlardan birinin de Tufan’a kadar geçen dönemin tarihi olduğunu belirtiyor:
“Biliyoruz ki, Berossuz adında Babil’li bir rahibin yazdığı üç ciltlik Dünya Tarihi kayıptır. Bu kitabın ilk cildinin dünyanın yaratılışından Tufan’a kadar uzanan dönemi içerdiği sanılıyor. Sözü geçen kitapta yazar, bu dönemi 432 bin yıl olarak belirttiğine göre, Tevrat kronolojisinin yüz katı bir zamanı kapsıyor demektir.”

MU VE ATLANTİS KALINTILARI MIYDI?

Belki de o dönemde bilinmesi imkansız görünen tüm bilgiler ve birçok kişinin daha çok savunduğu gibi Mu ve Atlantis'den geriye kalan insanların ürettiklerinin bir dökümüydü.

İskenderiye Kitaplığını yokedenlerin, Irak'ta, Suriye'de müzeleri yağmalayanlardan farklı olmadıkları da düşünülebilir. İçlerinden işlerine yarayacak herşeyi alıp, geriye kalan insanların bunlardan yoksun olmaları ve hep kendilerinin önde olmalarının sağlamak istemiş olabilirler mi?

Ama antik Yunan bilginlerinin yaptığı buluşların bugün bile şaşırtıcı olması ve hemen çoğunun Mısırdan etkilenmiş olmaları ve Mısır'ın tarih boyunca çok önemli bir kaynak olması, bu varsayımı düşünülebilir kılıyor.


(Carl Sagan, Kosmos, Altın Kitaplar ) 

Felsefe Fizikten Neden Uzaklaştı?

Çağımızın en önemli bilim adamlarından Stefan Hawking, antik çağda filozofların bugünün fiziğine temel teşkil edecek akıl yürütmelerini yapmış, soruları sormuş olmalarına karşılık, günümüzde felsefe ve fiziğin birbiriyle bağlantısının kalmamasının nedenini, fiziğin artık “uzmanları” dışında anlaşılamayacak hale gelmesine bağlar.

Hawking, bu bağın kurulmasını ise belirsiz bir geleceğe erteler, çünkü Hawking, ütopik teorisi, yani her şeyi açıklayabilecek bir teorinin gerçekten bulunabilmesinden sonra fiziğin herkes tarafından anlaşılabileceğini belirtir:

“EVRENİN BAŞLANGICI VAR MIDIR?”

Newton’un yaşadığı dönemde, eğitimli bir kimse, tüm insanlığın edinmiş olduğu bilgilerle ilgili, kabaca da olsa, bir fikir sahibi olabiliyordu. Ancak o dönemden bu yana bilimin gelişme hızı bunu imkansız kılmıştır. (…) Konunun uzmanı olsanız bile tüm bu bilimsel teorilerin yalnızca ufak bir bölümünü gerçekten anlayabilme imkanınız vardır.(…)

“Günümüze değin bilim adamları evrenin nasıl işlediğine dair yeni teoriler geliştirmekle öylesine meşgul olmuşlar ki neden sorusunu soramamışlar. Öte yandan işleri neden sorusunu sormak olanlar, yani filozoflar, bilimsel teorilerin gelişme hızlarına ayak uyduramamışlar. 18. Yüzyılda filozoflar, bilim de dahil olmak üzere insanlığın tüm bilgi dağarcığını kendi alanlarında sayardı. Evrenin başlangıcı var mıdır? gibi sorulara yanıt ararlardı.

FELSEFENİN GÖREVİ

“Ancak 19. ve 20. yüzyıllarda bilim, birkaç uzmanın dışında kimsenin anlamayacağı kadar teknik ve matematiksel bir hal aldı. Filozoflar sorgulamalarının alanlarını öylesine daralttılar ki bu yüzyılın en önemli filozoflarından Wittgenstein şöyle demektedir: ‘Felsefenin geriye kalan tek görevi, dilin analızidir.’ Aristo’dan Kant’a kadar süregelen büyük felsefe geleneği için ne büyük bir gerileme.
“Ancak eksiksiz bir teori keşfedebilirsek bu teori zaman içinde yalnızca birkaç bilim adımınca değil, herkes tarafından anlaşılabilir hale gelecektir. O zaman, hepimiz, evrenin neden varolduğuna dair bir tartışmaya katılabiliriz.”

(Stefan Hawking, Her Şeyin Teorisi, Şenocak Yayıncılık)

Herşeyin Bileşik Tek Bir Teorisi Olabilir mi?

Fizikçi olmayan biri, Stefan Hawking’in HER ŞEYİN TEORİSİ kitabını okuyunca, yukardaki soruyu düşünüyor büyük bir kuşkuyla, belki fizikçiler de...

Kitaptan, bunun henüz sadece hoş bir temenni aşamasında olduğunu anlıyoruz.

Tabii “bugün” derken, Hawking’in kitabını yayınlama tarihi olan 2005 yılından sözetmek daha doğru, bundan beş yıl sonra Türkiye’de yayınlandı.

Fizikçi olmayan faniler için bu kitap önemli bir ders veriyor aslında:

Şu anda bildiğinizi sandığınız fizik teorilerinin büyük bir bölümü, "teori" sözcüğünden de anlaşılabileceği gibi henüz doğrulanmamış varsayımlara dayanıyor.

Bunların bir bölümü zaten deneysel olarak doğrulanamaz ama matematiksel olarak doğrulanmamış olanların da ne kadar çok olduğunu bilmemiz gerekiyor.

EVREN GENİŞLİYOR MU?

Evrenin sürekli genişlemekte olduğu teorisini kabul ettiyseniz, hemen vazgeçin, çünkü Hawking, teorik fizikteki değişikliklerin olağan olduğunu göstermek adına şu örneği veriyor:
“O halde, günümüzdeki kanıtlara dayanarak evrenin muhtemelen sonsuza dek genişleyecek olduğunu söyleyebiliriz. Ama buna güvenmeyin. Emin olabileceğimiz tek şey, evren yeniden çökecek bile olsa bunun en azından on bin milyon yıl daha gerçekleşmeyeceğidir; çünkü en azından buna yakın bir süredir genişlemektedir.”

KARA DELİK

Fizikçi olmayanların inandığı birçok teori yarın tümüyle reddedilebilir ve aksi ispatlanabilir.
Nitekim, 2004 yılında geçen 30 yıl boyunca kabul edilen, “nesnelerin kara deliğin içinde kaybolduğu” teorisini, Hawking savunmaktan vazgeçerek, atom parçacık teorisine uygun şekilde maddenin hiçbir zaman yok olmayacağını ancak dönüşebileceğini açıkladı.
 
Hawking’in yeni teorisi, kara deliklerin yuttuklarını geri püskürttüğünü savunuyordu.

ALTERNATİF EVREN
 
Hawking aynı tarihte ayrıca 1980’lerden itibaren kabul edilen, “kara deliklerin içinden enerji ve maddenin birbirine girdiği ‘alternatif evren’lere geçiş olduğu teorisinin de yanlış olduğunu savunmuş ve “Kara deliğin içinden geçişli alternatif evrenler yok. Bilinmesi gerekenlerin tümü burada bizim de içinde bulunduğumuz evrende saklı” demişti.

KOZMOLOJİK SABİT VAR MI?

Einstein’in kuantum mekaniği teorisine karşı çıkarak bir “sabit” olması gerektiğini savunduğu ve “Tanrı zar atmaz” dediği bilinir.

Fizik dünyasını bunca yıl uğraştıran bu paradoksla ilgili olarak Prof Metin Arık’tan son öğrendiğimiz, böyle bir “sabit”in olabileceği yönünde.

Prof Arık, “Şu anki ölçümler gösteriyor ki bir kozmolojik sabit var” demişti.
Tabii yeni bir bulgu yoksa!..

Fizikle ilgilenmek sürekli kaymaya benziyor!..

(Stefan Hawking, Her Şeyin Teorisi, Şenocak Yayıncılık)

Umberco Eco’nun Barbarları

KONSTANTİNAPOLİS’İN YAĞMALANMASI
 
“O barbarlardan merhamet beklemek ne büyük delilikti, aylardır istediklerini yapmak için, dünyanın en büyük, en kalabalık, en zengin, en soylu kentini yakıp yıkıp ganimetlerini bölüşmek için düşmanın teslim olmasına ihtiyaçları yoktu onların.”

Haçlı seferleri sırasında Bizans/Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan Konstantinapolis’in yağmalanmasını anlatan BAUDOLİNO romanında Eco, o haçlılardan kitap boyunca “barbarlar” olarak sözeder.

Latin barbarlar” ifadesini de kullanan Eco, aslında kitapta İtalyan köylüsü Baudolino’nun hikayesini anlatır.

Baudolino, hangi dili duyarsa o dilde konuşabilme yeteneğine sahiptir, iyi bir yalancıdır ve imparatorun ilgisini çekmesinden sonra yaşadığı serüvenin sonunda Konstantinopolis’e gider ve haçlıların İstanbul’u işgaline ve yağmalamasına tanık olur.

AYASOFYA’DAKİ SARHOŞ HAÇLILAR

Baudolino’nun, Ayasofya’dan içeri girince gördükleri çarpıcı bir şekilde dile getirilir:
“O büyük alanın her yanı cesetlerle kaplıydı, cesetlerin arasında sarhoş düşman süvarileri dolaşıyordu. Daha ileride serseri güruhu vaiz kürsüsünün kenarları altın ve gümüşten parmaklığını topuz darbeleriyle parçalamaktaydı. Söküp bir dizi katıra çekmek için o güzelim kürsüyü iplere bağlamışlardı.(…) ‘Aman Tanrım, olamaz, bu nasıl şey, iğrenç herifler, pis domuzlar, İsa Efendimiz’in kutsal eşyalarına böyle mi davranılır?’ diyerek kılıcının yanıyla kendisi gibi haç işareti taşıyan tüm o kafirlere vurmaya başladı, onlardan farkı sarhoş değil, öfkeli olmasıydı. Sonra patrik koltuğunun üzerine serilmiş fahişenin yanına gidip eğildi, saçlarından yakalayıp ….”

ARAPLAR 

Eco, Ayasofya’nın haçlı seferi sırasında ne hale geldiğini anlatırken, bu konuda günümüze kadar gelen belgeleri iyi bir şekilde incelemenin rahatlığındadır.

Eco'nun, batılılardan duymaya alışkın olmadığımız şekilde, roman boyunca hem Araplar hem de Türkler hakkında olumlu ifadeler kullanması şaşırtıcıdır.

“Kudüs’ü yeniden fethettiklerinde Araplar bile böyle yapmamışlardı, Salaheddin Eyyubi az bir parayla yetinmiş, halkın kentten gitmesine izin vermişti! Tüm Hıristiyanlık alemi için ne büyük bir utanç bu, kardeş silahlı kardeşe karşı, Kutsal Kabir’i yeniden fethetmesi gerekenler, açgözlülüğe ve kıskançlığa kapıldılar ve Roma İmparatorluğu’nu yıkıyorlar!”

“TÜRKLER YAPMAZDI”

İlk haçlı seferleri, Müslüman Türklerin Anadolu’ya topluca göçedip, Selçuklu Devleti’ni kurmalarından sonra, Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un, Papa II. Urbanus’tan Türklerin ilerlemelerine karşı yardım istemesiyle 1097 yılında başlamış ve yaklaşık iki yüzyıl süren akınlarla devam etmiştir.

“Baudolino, bir süre sesini çıkarmadan durdu. Sonra dönüp Konstantinopolis denen kente baktı. ‘Yine de kendimi suçlu hissediyorum. Bunu yapanlar Venedikliler ve Flandre’den gelenler özellikle de Champagne’lı, Blois’lu, Troyes’lu, Orleans’lı ve Saissons’lu süvariler, hatta benim Monferrato’lu insanlarım. Bu kenti Türklerin yakıp yıkması yeğlerdim.’

‘Türkler asla böyle bir şey yapmazdı’ dedi Niketas. ‘Onlarla ilişkilerimiz çok iyi. Kendimizi asıl Hıristiyanlardan korumamız gerekiyormuş.’”

ECO’NUN UZATMALARI
 
Umberto Eco, estetik, göstergebilim alanında kuramsal çalışmaları olan bir akademisyen.
Eco’nun iyi bir yazar olmasının dışında, büyük birikiminden kaynaklanan bir başka özelliği, romanlarını bitirme konusunda her zaman çok isteksiz davranması.

Eco’nun, anlatmak istediği o kadar çok şey olabiliyor ki, roman doğal ömrünü tamamlasa da o bir şekilde uzatmanın yolunu buluyor. BAUDOLİNO’nun sona doğru bazı bölümleri için de bu durum geçerli.

(Umberto Eco, Baudolino, Doğan Kitap)

Umberto Eco’nun Tapınak Şövalyeleri

TAPINAKÇILARIN BABASI

Dan Brown’ın 2003 yılında yayınlanan DA VİNCİ ŞİFRESİ adlı popüler romanının ortalığı kasıp kavurmasından sonra, Tapınak Şövalyeleri’ne büyük bir ilgi doğdu ve birden bire bu konuyla ilgili birçok çeviri kitap raflarında beliriverdi.

Oysa tapınakçılarla ilgili en önemli kaynaklardan biri 1992 yılında Türkçe olarak yayınlanmıştı. Şadan Karadeniz’in İtalyanca aslından çevirdiği Umberto Eco’nun FOUCAULT SARKACI adlı romanı, tapınakçıların bütün tarihini hatta bugüne yansımalarını kapsıyordu.

Umberto Eco demek, ayrıntılar, derinlemesine, hiçbir belge gözardı edilmeden araştırma, kütüphanelerin tozlu raflarında unutulmuş bilgilerin deşilmesi demek.

İKİ BİN CİLTLİK KAYNAK

FOUCAULT SARKACI’na bir “önsöz denemesi” yazan Giovanni Scognamillo, bu kitabın, “sekiz yıl süren bir çalışma, ayrıntılı araştırma ve iki bin ciltlik bir ‘uzman’ kitaplığın ürünü” olduğunu anlatır:
“Tam sayısını bilemeyeceğim ama romanın temelinde –ve o Eco’nun zihinsel cambazlıklarla kurduğu bağlantılarda- bilgisayara geçmiş ya da geçmemiş sayısız klasik sayılan metnin, bir o kadar çılgın sayıklamaların, gizli belgelerin, elyazmalarının, popüler sihir kitapçıklarının ve kutsal kaynakların yattığı bir gerçektir. (…) Eco’nun göstergebilimsel kuramına göre her şey her şeyle bağlantılıdır. (…) Tapınakçılar, Agarttha, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Merlin, Lancelot, Avalon, Gül-Haç ve Hermes Trismegistes, Kara Bakireler ve Arınmış Katarlar, Eliphas Levi …..”

Bunlara bakarak, Eco’nun, tapınakçılarla ilgili batıda yayınlanmış hemen hemen tüm külliyatı elden geçirdiğini söyleyebiliriz.

Eco, bu külliyattan gizemli, sürekli çözülmesi gereken bir bulmaca gibi işlenen roman çıkarmıştır. Eco romanını, “harfçilik ve sayıcılıkla gizli bilgileri bulmayı hedefleyen” Kabala’nın on bölümüne uygun şekilde kurgulamıştır.

TAPINAKÇILARIN TARİHİ HAÇLILARLA BAŞLAR
 
Tapınak Şövalyeleri, I. Haçlı Seferlerinde ortaya çıkmıştır. Eco, pagan kültür izlerini de taşıyan ortaya çıkış hikayelerini kitapta şu şekilde anlatır:

“Tarihi herkes bilir. Birinci Haçlı Seferleri. Godefroy, Kutsal Mezar’a tapınır, adağını yerine getirir; Baudouin Kudüs’ün ilk kralı olur. Kutsal Diyar’da bir Hıristiyan kral. Ama Kudüs’ü elinde tutmak başka şeydir, Filistin’in geri kalanını ele geçirmek başka şey. Müslümanlar yenilgiye uğratılmış ama ortadan kaldırılamamışlardır. O bölgelerde yaşam kolay değildir, ne yeni yerleşenler ne de hacılar için. Böylece 1118’de II. Baudouin’in saltanatı sırasında, Kudüs’e, Payns’lı Hugues diye birinin başkanlığında dokuz kişi gelir, İsa’nın Yoksul Şövalyeleri Tarikatı adında bir tarikatın çekirdiğini oluştururlar; bir manastır tarikatı, ama kılıç-kalkanlı. Üç temel and, yoksulluk, erdenlik, boyuneğme andı içerler; ayrıca hacıları koruyacaklarına da and içerler. Kral, piskopos, Kudüs’te yaşayan herkes yardım eder, onları barındırırlar, eski Süleyman Tapınağı’na yerleştirirler onları. Bundan böyle Tapınak Şövalyeleri diye bilinirler.”

KORKULAN GÜÇ YERALTINA İNER
 
Tapınakçılar böyle başlar ama tarih ilerledikçe yozlaşırlar; korkulan, Avrupa’da kralları bile ürküten ve yok edilmek istenilen bir güce dönüşürler. Fransız kralı 1309’da tapınakçıları tutuklatır, 1312’de papalık kararıyla tapınakçılık yasaklanır; bundan sonra ise hayatta kalanlarının yeraltına indikleri ve farklı adlarda varlıklarını devam ettirdikleri ileri sürülür.

BACON’DA TAPINAKÇI İZİ!

Eco, bu izlerden birinin İngiliz düşünür ve siyaset adamı Francis Bacon’da görüldüğünü ifade eder.
Eco’ya göre tapınakçılar, 17. Yüzyılda Paris’te Gül-Haç adıyla ortaya çıkmışlardır: “1627’de Francis Bacon, NEW ATLANTİS’i yazıyor. Okuyucular onun, adını hiç anmamakla birlikte, Gül-Haçlar’ın ülkesinden sözettiğini düşünüyorlar.”

Bacon, yokolmuş gizemli kıta/ada Atlantis ile ideal devleti anlattığı YENİ ATLANTİS’inde, Nuh Peygamberin oğullarının soyundan gelen Atlantislilerden geriye kalanların ne kadar iyi Hıristiyanlar olduklarını uzun uzun anlatır. Atlantis’in batışı yabancıların aralarına karışması ve bozulmalarıyla olmuştur…

Bacon, İbrani bir kralın “Sülayman Evi” ya da “Altı Günlük Yapıtlar Koleji” denilen bir topluluk oluşturduğunu ve iyi Hıristiyanlığın onların aracılığıyla yaşadığını anlatır.

MU KITASI
 
Eco, kaybolmuş kıtalara örnek verirken Mu kıtasıyla ilgili olanları atlamaz ve şu inanışa yer verir:
“Öyle görünüyor ki başlangıçta, Avustralya dolaylarında bir yerde Mu diye bir kıta varmış; oradan büyük göçmen akımları kollara ayrılıp dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlar. Bir kol Avalon’a, bir kol Kafkasya’ya, İndus’un kaynağına ulaşmış. Sonra Keltler, Mısır uygarlığının kurucuları, en sonunda da Atlantis’in kurucuları…”

KRİSTOF KOLOMB TAPINAKÇIYDI!

“Yalnızca Kristof Kolomb’la ilgili tuhaf bir metin: Kolomb’un imzasını inceliyor, piramitlere doğrudan doğruya bir gönderme buluyor onda. Kolomb’un amacı, Kudüs Tapınağı’nı yeniden kurmaktı; sürgündeki Tapınakçılar’ın büyük üstadıydı çünkü. Bilindiği gibi bir Portekiz Yahudisi, dolayısıyla da Kabala uzmanıydı…”

(Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yayınları) 

22 Temmuz 2010 Perşembe

Platon ve Bacon’ın Atlantis’i

ATLANTİS'İN KAYNAĞI MISIRLI RAHİPLER

Kaybolmuş gizemli kıta Atlantis, Sokrates’in ömrü boyunca yaptığı sohbetlerden birine gerçekten konu olmuş ya da Platon birçok kez yaptığı gibi kendi anlatmak istediklerini Sokrates diyalogu gibi yazmış olabilir.

Atlantis efsanesi de bunlardan biridir ve genelde Platon’un bu konuda akrabası Kritias ve Solon’dan kendisine nakledilenlerle, Mısırlı rahiplerden edindiği bilgileri aktardığı düşünülür.
Üçü için de temel kaynak Mısırlı rahiplerdir.

Ama her nasıl olursa olsun ortada antik Yunan’dan kalma hem de Platon’un elinden çıkmış bir metinde yokolmuş kıta/ada Atlantis’ten uzun uzun sözedilmektedir.

PLATON ATLANTİS’İ TAMAMLAYAMADI

Platon, üçlü olarak planlamış ama TİMAİOS’dan sonra ikinci kitap olan KRİTİAS’ı bile tamamlayamamıştır; KRİTİAS, “onlara dedi ki:….” sözleriyle sona erer.

Ama Platon’un anlatabildiği kadarı bile Atlantis efsanesinin en önemli kaynaklarından biridir.
Kritias da Platon gibi Sokrates’in öğrencisi olarak bilinir, günümüze eserlerinin sadece bir bölümü kalmış bir filozoftur.

KRİTİAS’a göre, Atlantis kıta/adası Avrupa ve Asya’dan daha büyüktür ve Cebelitarık’tan hemen sonra Atlas Okyanus’unda yeralmaktadır.

M.Ö. 9500 YIL ÖNCE ATLANTİS

Atlantis, M.Ö. 427-347 tarihleri arasında yaşamış Platon’dan dokuz bin yıl önce varolmuştur ve büyük tufanlar sonucu denizin derinliklerinde kaybolup gitmiş, daha sonraki depremler ve doğa olaylarıyla tümüyle yokulmuştur, KRİTİAS'ta anlatılanlara bakılırsa…

Platon’un, Sokrates’le sohbeti sırasında Kritias’a anlattırdığına göre, bu konudaki hikaye, rahipler tarafından Solon’a anlatılmış ve eski Mısır’da da çok iyi bilinmektedir.

Bütün bunlar, antik dönemin ağızdan ağıza dolaştıkça değişen efsanelerinden biri de olabilir ama Platon’dan bu yana gizemli hikaye binlerce insanın ilgisini çekmiş ve bu konuda binlerce kitap yazılmıştır.

BACON DA ATLANTİS’İ TAMAMLAYAMADI

Bu konuda yazılan en eski kitaplardan biri de İngiliz düşünür Francis Bacon’a aittir. 1561-1626 tarihleri arasında yaşayan Bacon, sağlığının bozulduğu hayatının son yıllarında YENİ ATLANTİS’i kaleme almış ama tamamlayamadan ölmüş, kitap ölümünden bir yıl sonra yayınlanmıştır.
Bacon’un YENİ ATLANTİS’i, Platon’un Atlantis’i ile ideal devlet anlayışının bir karmasıdır.
Bacon’un “Ben Salem halkı” olarak kurguladığı Atlantis’inde yaşayan insanlar Avrupa’dan daha gelişmiş bir uygarlığa sahiptir ve bu ideal devlet yozlaşıp yokolmadan önce rüşvetin bile olmadığı bir uygarlıktır.

Bacon’un hayatı boyunca iki kez rüşvetten ve görevini kötüye kullanmaktan yargılandığı ve ikincisinde ömür boyu Londra Kalesi’nde hapse mahkum edildiği ve kral tarafından bağışlanarak özgürlüğüne kavuştuğu dikkate alınırsa, YENİ ATLANTİS’te rüşvetin olmadığının özellikle vurgulanması ilginç bir ironi oluşturur.

(Platon, Kritias, Sosyal Yayınlar)

(Francis Bacon, Yeni Atlantis, Cumhuriyet Yayınları)

11 Temmuz 2010 Pazar

Maalouf Neden Halifelik İstedi?

Türkiye’de bazı köşe yazarları tarafından Atatürk’e övgü olduğu gerekçesiyle reklamı yapıldıktan sonra çok satanlar arasına giren Amin Maalouf’un ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA adlı kitabı, aslında tam tersi bir görüşü ümitsizce telkin etmeye çalışıyor.


Gerçekleri çarpıtarak kitaba yanlış övgüler yapan köşe yazarları bunu kasıtlı mı yaptılar bilinmez…

MAALOUF’UN HAYALİ

Ama bu kitap Maalouf’un, ÖLÜMCÜL KİMLİKLER’den (1998) on yıl sonra görüşlerinde büyük bir değişiklik olduğunu gösteriyor.

Arap coğrafyasıyla birlikte Türkiye’yi ve tarihini çok iyi bilen Maalouf, İslam dünyasındaki radikalizme ve terörizme çözüm olarak, Hıristiyanlık’taki papalığın karşılığı olan halifeliği öneriyor. İslam dünyasındaki tartışmalar ve kafa karışıklıklarına  bir halifenin fetvasının son vereceğini düşünmek gibi bir hayal kuruyor.

Neden acaba?

ARACIYA GÜVENSİZLİK 

Üstelik, “İslamiyette ise, bunların hiçbiri yok: Kilise yok, din adamı sınıfı yok, aforoz yok. İslamiyet, başlangıçtan beri, ermiş ya da şeyh olsun her türlü aracıya karşı büyük bir güvensizlik sergilemişti; insanın yaratıcısıyla baş başa olduğu, sadece O’na seslendiği, sadece kendi içinde O’nun tarafından yargılandığı düşünülüyordu” yorumunu yapmış olmasına rağmen…

Maalouf, büyük bir saflıkla, “İslamiyette merkezi bir kuruma, din adamlarına karşı sergilenen karşıtçılığın da, Kilise’ye benzer güçlü bir kurumun ortaya çıkmasını engelleyerek, Müslüman toplumlarında dinle ilgili konuların zincirinden boşanmasına yolaçacağı kesinkes tahmin edilemezdi.” diyebiliyor.

Maalouf bununla da yetinmeyerek şu yorumu yapıyor:

“(Papalık) Dinde doğruluğun yetkili bekçisi olarak, Katolik toplumlarının entelektüel istikrarının ve hatta kısaca toplumların istikrarının korunmasına katkıda bulundu. İslam alemindeyse, ne zaman din adına bir anlaşmazlık baş gösterse, böylesi bir kurumun eksikliği hissedildi.”

SUÇ HALİFELİĞİ KALDIRANLARDA

Maalouf, İslam dünyasındaki sorunların nedeni olarak, 1924 yılında halifeliğin TBMM tarafından kaldırılmasını gösteriyor.

Sanki radikal İslamcı gruplar halifeyi dinleyecekler, uslu öğrenciler gibi halifenin fetvalarının dışına çıkmayacaklar!!!

Suç, bu radikal grupları perde arkasından besleyip büyütüp, sonra da onlarla mücadele eder gibi görünen Batılı güçlerde değil de, halifeliği kaldıran Atatürk’te!!!

Eğer Türkiye, yeniden halifeliği canlandırır ve bir halife belirlerse, İslam dünyasının liderliğini üstlenir ve yaramazlık yapanları cezalandırır; böylece İslam dünyasının bütün sorunları çözülür!!!

PAPALIĞA BENZER KURUM

Bu konuları araştırmış ve en iyi şekilde görebilecek durumdaki  Maalouf’un kendi çelişkilerinin farkına varamaması şaşırtıcı.

Maalouf gibi bir entelektüelin şu cümleleri yazmış olması ise daha da şaşırtıcı:

“Benim gözümde, İslam alemini etkileyen başıboşluk, insanların kargaşaya sürüklenmesini isteyen ‘ilahi bir emir’den çok, siyasetle din arasına sınır çekebilecek, ‘papalığa benzer’ bir kurumun yokluğundan kaynaklanıyor.”

(Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, YKY Yayınları)

Maalouf ve Avrupa’nın Müslümanlara Bakışı

Amin Maalouf, yazdığı romanların dışında Araplar, Türkler/Osmanlılar, Müslümanlar, Ortadoğu konularında da kafa yoran Lübnan doğumlu Hıristiyan bir Fransız. 1949 doğumlu Maalouf, 1976’dan itibaren Paris’te yaşıyor.

Maalouf, birçok Arap entelektüelin tersine Osmanlı’ya karşı birikmiş bir öfkenin temsilcisi değil.
“Doğduğum ülkeye, Lübnan’a gelince, gerek 1918’den 1943’e dek süren Fransız mandasının, gerek Osmanlı varlığının 1864’ten 1914’e dek süren son evresinin, bağımsızlıktan sonra gelen çeşitli
rejimlerden daha zararsız olduğuna inanıyorum.” diyecek kadar da kadirşinas.

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER 

Maalouf, ÖLÜMCÜL KİMLİKLER kitabında, Avrupa’nın Hıristiyanlık dışındaki dinlere yaklaşımını çok ilginç örneklerle anlatır:

“Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yokoldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.

İSTANBUL 

“İslam tarihinde daha başlangıçtan itibaren, ötekiyle yan yana yaşama konusunda dikkate değer bir yatkınlık görülür. Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul’un nüfusu içinde başlıca Rumlar’dan, Ermeniler’den ve Yahudiler’den oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris’te, Londra’da, Viyana’da ya da Berlin’de nüfusun yarısının Hıristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi? Bugün bile kentlerinde müezzinin ezan okuduğunu işiten pek çok Avrupalı rahatsız olur.”

(Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, YKY Yayınları)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Edward Said’in Filistin’i

SONSUZA DEK SÜRGÜN

“Doğduğum, yaşadığım ve kendimi evimde hissettiğim bir şehrin hele de bu bölgelerinin, Kudüs’ü ele geçiren, Filistinlilere hiç yaşam hakkı tanımaksızın (Filistinliler, şehrin hiç aşina olmadığım doğusuna hapsedilmişti görünüşe bakılırsa) onu kendi hükümranlıklarının emsalsiz bir simgesine dönüştüren Polonyalı, Alman ve Amerikalı göçmenlerin eline kalmış olduğu gerçeğini kabullenmek bana halen zor geliyor. Eski sakinleri 1948 ortalarında sonsuza dek sürgün edilmiş bulunan Batı Kudüs bugün tamamen Yahudileşti."

"SİYASET MAHVINA SEBEP OLACAK"

“Annemle babamın, kuşaklar boyu yaşamlarımızı kıskacına alan; tanıdığımız, bildiğim hemen herkesi etkilemiş olan; dünyamızı böylesine altüst eden Filistin meselesini, az buz değil yitirilen koskoca bir yurdun acısını bu denli içlerine atmalarının, tartışmaktan, hatta üzerinde konuşmaktan dahi kaçınmalarının izahını bir türlü bulamıyorum. (…)

“Siyaset bizi değil, hep başkalarını ilgilendiriyordu sanki. Yirmi yıl sonra siyasetle ilgilenmeye başladığımda annem de babam da buna kesin bir dille karşı çıkmışlardı. ‘Mahvına sebep olacak bu’, diyordu annem. Babamsa, ‘Sen edebiyat profesörüsün, kendi işine bak’ diyordu. Ölümünden birkaç saat önce babamın bana söylediği son sözler şunlar oldu:’Siyonistlerin sana yapacaklarından korkuyorum. Kendine mukayyet ol.’ "

AMERİKAN PASAPORTU

“(…) birer muska misali taşıdığımız Amerikan pasaportlarımız bizleri Filistin üzerinden oynanan siyasi oyunlardan sakınıyordu. Gelin görün ki annemin Amerikan pasaportu yoktu. Filistin’in düşmesinin ardından babam anneme, artık nasıl olursa olsun bir Amerikan belgesi almak uğruna yaşamının sonuna dek çabaladıysa da başarılı olamadı. Dulluğunda aynı çabayı sürdüren annem de babamınkinden farklı bir sonuç almadı. Çok geçmeden özel bir geçiş kartıyla değiştirilen Filistin pasaportuyla kalakalan annem neredeyse gülünç bir utanç vesilesi gibi yolculuk ederdi bizle.”

(Edward W. Said, Yersiz Yurtsuz, İletişim Yayınları)

Arap Entelektüelin Gözünden Türkler

Arapların Türkler hakkında ne düşündüklerine ilişkin riyavet çoktur.
Ama bunlara hiç girmeden dünya çapında önemli bir Arap entelektüelin Türklere bakış açısını irdelersek, Arap zihniyetinin derinlerinde neler yattığını biraz olsun anlayabiliriz.

EDWARD SAİD

Türkiye’de en çok bilinen kitapları ORYANTALİZM(1978) ve ENTELEKTÜEL(1994).

1935’te doğan Filistinli bir Hıristiyandır (Protestan) .

1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra önce Mısır sonra Amerika’ya göç etmiş, Filistin haklarının savunucusu önemli bir akademisyen (2003).

Arap bir entelektüelin gözünden Türkler/Osmanlıların nasıl göründüğünü en iyi, Said’in ORYANTALİZM ile vatanı elinden alınmış bir Filistinlinin yaşamını anlattığı otobiyografik YERSİZ YURTSUZ(1999) kitaplarında bulabiliriz.

SAİD ARAP MİLLİYETÇİSİ Mİ? 

Said kadar güçlü bir entelektüelin her iki kitaptaki tavrı şaşırtıcıdır.

Said, bütün birikimine karşılık ikisinde de, koyu bir Arap milliyetçisi gibi davranır.
Doğduğunda Kudüs İngiliz yönetimindedir.

Filistin’den sonra Mısır’a karşı özel bir bağlılığı vardır.

Bir Arap için bunlar çok doğaldır.

Şaşırtıcı olan, Said’in her iki kitapta da Türkler/Osmanlılardan olumlu ya da olumsuz sözetmemek için özel bir çaba harcamasıdır.

Yaşadığı bölgenin tarihinde başat rol oynamış Osmanlılardan biriki zorunluluk dışında neredeyse hiç sözetmez; sanki hiç böyle bir imparatorluk olmamış, bu toprakları yönetmemiş, Filistin’de Mısır’da Araplar kendi kendilerini yönetmişlerdir.

Said, Osmanlı döneminin hatalarını eleştirip, yerden yere de vursa daha makul olabilirdi.
Ama böyle bir şey de yapmaz, sadece yok sayar!

OSMANLI’NIN KENDİ VAR ADI YOK 

Öyle gariptir ki, ORYANTALİZM’in 126.sayfasındaki şu ifadeler, Osmanlıların adını geçirmemek için Said’in ne kadar zorlandığını kanıtlamaktadır:

“Hiç şüphe yok ki, İslam birçok bakımlardan gerçekten meydan okuyordu. Hıristiyanlığa, coğrafi ve kültürel olarak onu rahatsız edecek derecede yakındı. Yahudi ve Yunan kaynaklarından izler vardı. Hırisyanlıktan alıntılar vardı, eşsiz askeri ve siyasi başarılar elde edilmişti. Hepsi bununla bitmiyordu. İslam ülkeleri Kitab-ı Mukaddes’de zikri geçen ülkelere bitişiktir, hatta onların tam tepesindedir. Daha, İslam hükümranlığının tam kalbi durumundaki (yakın Şark veya Yakındoğu dediğimiz) bölge, her zaman Avrupa’ya en yakın bölge olmuştur. (...) 7.yüzyılın sonundan, 1571’deki İnebahtı Savaşı’na kadar, Arap yahut Osmanlı yahut Kuzey Afrikalı veya İspanyol vechesi altında İslam, Hıristiyan Avrupa’ya hükmetti ya da onu etkili biçimde tehdit altında tuttu.”

Said yukardaki cümlelerinde sadece bir kere Osmanlı’nın adını telaffuz etmiştir. İnebahtı Savaşı'ndan sözederken bile "Osmanlı" dememeyi başarır. Osmanlı ya da Türkler dememek için "İslam hükümranlığı", "Müslümanlar", "Şark/Yakındoğu" gibi ifadeler kullanır.

Bu alıntı sadece bir örnektir, kitap boyunca Said’in bu tavrı belirgin bir şekilde sürer.

BABASI OSMANLI'DAN KAÇTI

Said, Türkler/Osmanlılara karşı olumsuz tavrının bireysel olmadığını, dede/baba silsilesinden kendisine geçtiğinin örneklerini YERSİZ YURTSUZ’da verir:

“Babama sorarsanız, 1920 yılında Amerika’dan geri dönmeye –babam Filistin’i 1911’de terketmişti- onu ikna eden de oğlunu yanında isteyen babaannem olmuştu. (…) Osmanlı ordusuna katılmak zorunda kalmaması için kendisine Filistin’i terketmesini telkin eden babası olmuş anladığım kadarıyla. 1911 civarlarında Bulgaristan’da bir savaş çıktığını, Osmanlıların bölgeye göndermek üzere birlikler toparladığını okumuştum bir yerlerde. Babamın, Bulgaristan’daki Osmanlı ordusunun Filistinli kurşun askeri olmak yollu bir yazgının dehşetinden nasıl kaçtığını gözümde canlandırabiliyordum."

TÜRKLERE KARŞI SAVAŞMAK İSTEDİ

“Amerika’ya yerleştiğinde (babası) Cleveland merkezli bir boya şirketi olan Arco’da satış görevlisi olarak çalışmaya başlamış; bir yandan da Western Reserve Üniversitesi’nde öğrenim görüyormuş. Kanadalıların ‘TÜRKLERLE SAVAŞMAK İÇİN’ Filistin’e asker göndereceğini duyar duymaz sınırı geçmiş ve orduya yazılmış. Ancak bu duyumun aslı astarı olmadığını anlar anlamaz ordudan ayrılmış.”

TARİHİ BİRİKİM HEMEN SİLİNMİYOR
 
Said ve ailesinin tarihi, gerçekte bölgede yaşayan Arap halklarının asırlarca süren Osmanlı yönetimine karşı  biriken öfkelerinin yansımalarıyla dolu.

Bütün bunlar Edward Said gibi bir devi eleştirme/küçümseme amacıyla yazılmadı.
Sadece bir gerçeğin tespiti içindi...


Sözümüz hayal aleminde yaşayanlara…

Toplumların hayatında derinlere işlemiş olan izler öyle birkaç günde silinemiyor!
Görmek isteyenler için örnekleri ortada...

Biline…

(Edward Said, Oryantalizm/ Entelektüel/ Yersiz Yurtsuz)

4 Temmuz 2010 Pazar

İstanbul Yine mi Çürüdü?

“(İstanbul halkı devletlerine, nimetlerine mağrur oldular. Hak yolundan ayrıldılar, nefs havasına düştüler. Birbirini aldatır, biri öbürünün elindekini almaya çalışır. Namusa iftira atarlar, leke sürürler.)
 
Bu satırlar ne zaman yazılmış biliyor musunuz?
Yaklaşık 350 yıl önce. Mehmed Halife, yüreği sızlayarak İstanbul’un hoyrat, değerbilmez çürümesini anlatıyor.
Ve şöyle devam ediyor:

(Bütün esnaf hilekar. Ulema ilmin faziletini unutmuş, avam ise zina ve livataya düşmüş. İstanbul’un üzerinde bir bela dolaşıyor. İstanbul böyle devam edemez; ya merhametsiz kılıç sahibi kesecek ya bir 
salgın gelip kıracak ya da bir ateş düşüp yakacak; bolluk içinde aklını ve ahlakını kaybeden
insanları kül üstünde çırılçıplak bırakıp yaptıklarına pişman kılacak.)

BİNLERCE KÖÇEKLİ KUMPANYALAR
 
Mehmed Halife’nin çürümeden yakındığı dönemi hatırlayalım: 17. Yüzyıl! Dördüncü Murat’ın ölümüyle boşalan tahta, kafes arkasında cellat beklemekten sinirleri iyice zayıflamış olan kardeşi İbrahim çıkıyor; onun öldürülmesiyle de taht 7 yaşındaki oğluna, çocuk padişaha kalıyor. İmparatorluk gerileme sürecine girmiş bile. Halk perişan. Ama İstanbul, Mehmed Halife’yi ‘Böyle devam edemez!’ diye isyan ettiren bir suç, zevk ve cinnet merkezi. Binlerce köçeğe sahip kumpanyalar kurulmuş; İstanbul’u eğlendiriyorlar. Kız gibi oynayan, gerdan kıran, kalça titreten, kaküllü oğlanlara köçek deniyor. (…)

HAYALETLER DÖNÜYOR

“Cumhuriyetin ilk kuşakları İstanbul’u, devrimin etkisiyle sinmiş ve nispeten temiz bir şehir olarak hatırlarlar. Göz kulak kesilmiş Ankara’daki yeni yönetimi izleyen, geçkin, tecrübeli ve fırsat kollayan bir kadındır sanki o. Ama bir süre sonra İstanbul’un hayaletleri teker teker geri dönmeye başlar. (…) Ve sonunda Türkiye’yi etkisi altına alan İstanbul, 3.5 yüzyıl önce Mehmed Halife’nin yüreğini burkan hayatına kavuşur. (…) Konstantinapolis, Asitane, Dersaadet, İstanbul güzeldir; alımlıdır, şuhtur ama kirli ve tehlikelidir aynı zamanda. Tarih tekrarlanmaktadır. Mehmed Halife’nin yazdıkları 3.5 yüzyıl sonra karşımıza çıkmaktadır.”

(Zülfü Livaneli, Sanat Uzun,Hayat Kısa, Remzi Kitabevi)

22 Haziran 2010 Salı

BİR TÜRKİYE ROMANI

Çok az kitap bir ülke insanlarının kimliğini bu kadar net ortaya koyabilir.

İrfan Orga’nın, BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ adlı anı kitabı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ürkütücü hızda gerçekleşen değişimi ve bunların tek tek insanlar üzerindeki etkilerini anlatması nedeniyle son derece önemli.

Kurgusuyla bir roman hissi uyandıran anı kitabı, insanın kendisini zaman zaman, “Bu bir roman değil, bunlar gerçek.. ama inanılır gibi değil!..” dedirtecek kadar çarpıcı ve etkileyici.
Tarih kitaplarından genel hatlarıyla okuduğumuz bir dönem, bir İstanbul ailesinin günlük yaşamına yansıyan inanılması güç gerçekliğiyle karşımıza çıkıyor.

Öylesi bir dönem ki:

Birinci Dünya Savaşı.. İstanbul’un işgali.. Kurtuluş Savaşı.. Cumhuriyetin kuruluşu.. Kuleli ve Harbiye’nin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi.. Hava Kuvvetleri’nde pilotluk.. İngiltere ve İrlanda’da, İrlandalı bir eşle kurulan yeni bir hayat  ve bütün bu süreçte İrfan Orga ve aile fertlerinin yaşadıkları…

Önce 1950’de İngiltere’de İngilizce olarak yayınlanan kitap, Türkçe’ye ancak 1990’larda bir akademisyenin çabasıyla çevrildi.

Tarihi öğrenme hevesini ortadan kaldıran bir eğitim sisteminden geçen bu ülke insanları için, BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ gerçek bir dost ve bu açığın bir bölümünü kapamaya aday...

PORTRAİT OF A TURKİSH FAMİLY, yabancılar için de gerçek bir Türkiye hikayesi…

Hem içerden hem de dışarıdan bakanlar için o bir Türkiye romanı…

(İrfan Orga, Bir Türk Ailesinin Öyküsü. Everest Yayınları)

19 Haziran 2010 Cumartesi

TURGUT UYAR Neden Bölünüyor?

Yapı Kredi Yayınları, Türk Edebiyatı’nın temelini oluşturan yazar ve şairlerin eserlerinin toplu yayınları kapsamında 2002 yılında Turgut Uyar’ın bütün şiirlerini BÜYÜK SAAT adıyla kitaplaştırmıştı.

İkinci Yeni’nin diğer şairleri için de aynı yöntem uygulanmıştı.

BÜYÜK SAAT, diğer toplu eserler gibi Turgut Uyar’ın acemilik günlerinden, olgunluk şiirlerine ve yayınlamadıklarına kadar uzanan, şairi tanımayan yeni kuşaklar için olağanüstü öğretici ve zevkli bir yolculuk sağlıyordu.

Daha sonra hangi amaçla bilinmez, BÜTÜN ŞİİRLER, doğal olarak subjektif seçimlerle bölünüp-
parçalanıp, ayrı ayrı kitaplaştırılmaya başladı.

İlk olarak 2008 yılında GÖĞE BAKMA DURAĞI seçkisi Doğan Kardeş serisinden yayınlandı.
Son olarak da buna bu yıl YİTİKSİZ eklendi.

Bunlar da tabii ki Turgut Uyar’ın kendisi…

Ama bu parça/bölmelerin şairin kendisinin yaptığı tercihlerle hiçbir ilgisi yok.

Yayınevi, bir nedenle BÜTÜN ŞİİRLER’i kendi tercihlerine göre bölerek ayrı ayrı kitaplar halinde yayınlıyor.

Şairi zaten bilip tanıyanlar için sorun olmayabilir ama ya diğerleri?..

Şairin onayı dışında yapılmış tercihlerle bu kitaplardan birini okuyan birinin Turgut Uyar hakkında varacağı kanattan kim sorumlu olacak?
Mutlaka tümünü mü okumalı insan denilebilir... Hayır!

İnsan bir baştan bir sondan da okuyabilir ama şairin bütünselliğini bilerek yapar bunu, aksi, şaire büyük haksızlık değil mi ve bu haksızlığı yapmaya kimin hakkı var?..

(Turgut Uyar, Yitiksiz/Göğe Bakma Durağı/Büyük Saat, YKY Yayınları)

HALİDE’leri Karşılaştırın!

İpek Çalışlar’ın, Halide Edip Adıvar’ı anlattığı HALİDE kitabının çok satanlar arasına girmesinden hemen sonra bu sefer Frances Kazan’ın HALİDE’si de cep boy olarak yayınlandı.

Rum bir Osmanlı iken NewYork’a göçeden yönetmen (1909-2003) Elia Kazan’ın eşi olan Frances Kazan, bir İngiliz ve NewYork Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı üzerine master yapmış, üstelik tez konusu olarak Halide Edip Adıvar’ı seçmiş.

HALİDE’S GİFT adıyla İngilizce’de yayınlanan kitap, 2001 yılında Türkçe’de, HALİDE/Bir Başkaldırının Romanı adıyla çıkmıştı. Geçen sürede kitabın baskısı tükenmiş olmasına rağmen yeni baskısı yapılmamıştı taa ki, İpek Çalışlar’ın HALİDE EDİP’i/Biyografisine Sığmayan Kadın yayınlanana kadar.

Everest Yayınlarından çıkan Çalışlar’ın HALİDE’si, tarihi kişiliğin çarpıcı ve tartışmalı yanlarına vurgu yapması ve gazetelerde yayınlanan söyleşiler sayesinde geniş bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmeyi başardı.

FEMİNİST OSMANLI KADINI

Şimdi kitapçılarda iki ayrı HALİDE var…

Okuyucu, biri Türk diğeri İngiliz/Amerikalı iki kadın yazarın bakış açısını karşılaştırabilecek…
Biri, bir gazeteci tarafından Türkiye’den geriye bakılarak yazılmış bir kitap…

Diğeri Adıvar’ın Amerika’daki yılları da dikkate alınarak, “Feminist bir Osmanlı ve Cumhuriyet kadınını” anlatan bir kitap…

Kazan’ın ayrıca, Adıvar’ın 1928 yılında Amerika’daki bir dizi konferansta dile getirdiği görüşlerinden yola çıkarak yazdığı HALİDE EDİP VE AMERİKA adlı 1995 yılında yayınlanmış bir kitabı daha bulunuyor.


Bu kitabın yeni baskısının yapılmasının da tam zamanı…

Kazan, kendisine yöneltilen “Neden Halide Edip?” sorularına karşılık, “Onun, benim dikkatimi çekmesinin nedeni kitaplarını İngilizce yazmış olmasıydı. Eğer İngilizce yazıyor olmasaydı yazılarını hiçbir zaman okuma fırsatı bulamazdım” diyor.

Türk yazarlarının eserlerinin yabancı dillere çevrilmesinin önemi bir kez daha kanıtlanıyor.
İlgilenenlere duyurulur...

(İpek Çalışlar, ,Halide Edip, Everest Yayınları)
(Frances Kazan, Halide, Galata Yayıncılık)

15 Haziran 2010 Salı

PUŞKİN’den Yaratıcılık İpuçları

Bir dilin ancak şair ve yazarlarıyla gelişip, ayakta kalabileceği tezinin kanıtlarından biri, Rus şair ve yazarı Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’dir .

Puşkin, Rus dilinin en önemli köşe taşlarından biri olarak kabul edilir.
Puşkin, 1799-1837 tarihleri arasındaki 38 yıllık kısa yaşamına rağmen, kendisinden sonraki Dostoyevski, Tolstoy da dahil Rus edebiyatının devlerini derinden etkilemiştir.

“ONEGİN KITASI”

Puşkin, şiir-roman Yevgeni Onegin'i, yedi yılı aşan bir sürede yazmıştır.

Yevgeni Onegin’i Türkçe’ye çeviren Kanşaubiy Miziev-Ahmet Necdet’in verdikleri bilgiye göre, Puşkin, Yevgeni Onegin’i yazarken, yepyeni bir şiir kıtası oluşturur. Edebiyatçılar bunu, “Onegin Kıtası”  olarak adlandırırlar.

“ ‘Onegin Kıtası’, anlam yapısı itibariyle önce bir fikir verir, sonra onu geliştirir, zirve noktasına ulaştırır ve son iki dizesiyle bağlar; böylelikle, başlangıçta ileri sürülen fikrin sonuna kadar nasıl hareket ettiğini gösterir. Kıtalar, kendi içinde bütünlük sağlamakla kalmaz, aynı zamanda aralarındaki bütünlükle bir romanın örgüsünü oluşturur.”

YENİ EDEBİ TÜR
 
Puşkin, Yevgeni Onegin’i o güne kadar alışılmış türlerin dışında bir tarzda yazar:

“Okuyucuyla rahat ve samimi bir havada sohbet ve hareket etmek için şaire düzyazıda uzun uzun anlatabileceği fikirleri dar kalıplar içinde sıkılmadan sonuna kadar götürebilme imkanını vermektedir. Bu yöntemle şair rahatça zaman ve mekanları değiştirmekte, şiirsel imgelerle hem kendine hem de topluma ait genel yasalardan sözetmektedir. (…)

PUŞKİN DE KAHRAMAN

“Şair her şeyden söz açabilmektedir. Rus tiyatrosu ve dönemin ünlü balerinlerinden, Fransız yazarlarının eserlerinden ve Fransız şaraplarının kalitesinden, Lord Byron ve Adam Smith’ten, Napoleon ve amcaoğlu Buyanov’dan, köy ve şehir hayatından, doğa manzaralarının güzelliğinden… Şairin dünyası sonsuzdur ve roman kahramanlarının aşkı bunun bir parçasıdır. Böyle olmasaydı, bu aşk ancak sıradan bir melodram, ümitsiz ve kırık bir aşk hikayesi olarak kalırdı. Bundan dolayıdır ki, Puşkin’in kendisi de roman kahramanlarından biridir.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

PUŞKİN’den İğneleyici Dizeler

19. yüzyıl başında yaşayan Rus şairi Puşkin
Yevgeni Onegin adlı şiir-roman'ında toplumuna ve çağına eleştirel gözle bakmış, dizelerinde çoğunlukla alaycı ve iğneleyici bir dil kullanmıştır:


“Ne ki pantolon, jile, frak,
Tüm bu sözler Rusçada yok;
Mesela, görüyorum, lütfen,
Zira cılız sözlüğüme
Çok az yabancı kelime
Alabilirdim elbette ben,
Eskiden göz atsam bile
Akademi Sözlüğü’ne.”
***
“Çoktan bulmak gerekiyordu,
Neydi bu hastalığın sebebi,
İngiliz spleen’ine benziyordu,
Kısaca: İslav kederi
***
“Ben portremi çizdim sanki,
Mağrur şair Byron gibi,
Şiir yazmak başkası için
Sanki zora koşar bizi,
Çizeriz hep kendimizi”
***
“Liriyle dolaştı cihanda,
Schiller, Goethe göğü altında
Gönlü yanıp tutuşmuştu,
Şiir ateşiyle pişti.”
***
“Ve Lord Byron kaprisi ile
O sıkıcı romantizme
Katmıştır bencilliği de.”
***
“Yavşak düzyazıya düşerim:
Sonunda eski tarz roman
Yoracak beni o zaman
Küstahlıkların kederini
Korkunç şekilde çizmem ben,
Anlatırım basitinden
Rus aile öykülerini,
Aşkın sihirli düşünü,
Törelerin doğuşunu.”
****
“Rusçası ne yazık ki azdı,
Dergilerimizi okumazdı,
Kolay değildi konuşmak
Kendi diliyle tanışmak,
Fransızca yazardı… gerçek!
Tekrarlıyorum yeniden:
Rusça ilanı-ı aşk eden
Şanlı dilimiz uysa da,
Postane düzyazısına.
Bilirim:bayanlar için güç
Rusça okumak. Bin beter!”
***
“Bu, üç aşağı, beş yukarı,
Şairin hoş uydurmaları,
Veya gerçeklikler, bilin,
Ama ne Vergilius ne Racine
Ne Scott, ne Byron, ne Seneca,
Ve ne de Moda Dergisi,
Dostlar, tek o, Martın Zadeka,
Bilgelerin en yücesi,
Falcı, rüya yorumcusu.”
***
Byron’dan Gavur ve Don Juan,
Bu arada iki üç roman
Yansıttı yüzyılımızı,
İnsanıyla dünyamızı,
Oldukça doğru betimledi
Ahlak dışı yönleriyle,
Bön ve bencil yanlarıyla,
Sonsuz hayalleri imledi,
Aklı ile öfke duyan,
Boş icraatla kaynayan.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

“Rus Hayatının Bir Ansiklopedisi” : YEVGENİ ONEGİN

Rus eleştirmen V.Belinskiy’in, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in şiir-romanı Yevgeni Onegin’le ilgili yorumları, bu eserin Rus edebiyatı için önemini gösterir:

“Öncelikle bu romanda biz, Rus toplumunun gelişmesindeki en ilginç dönemlerden birinin şiirsel manzarasıyla buluşmaktayız. Yevgeni Onegin, kahramanları arasında tarihten alınmış hiçbir kişilik olmamasına rağmen, tam anlamıyla tarihsel bir yapıttır.

“Kendi yapıtında şair(Puşkin) o kadar çok şeye temas etmiş, o kadar çok şeyi ima etmiştir ki, o yalnızca Rus doğasına ve Rus toplumsal hayatına ait bir yapıttır!(…)

“Diyebeliriz ki Yevgeni Onegin romanı, Rus hayatının bir ansiklopedisidir.”

(Yevgeni Onegin, Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Everest Yayınları)

9 Haziran 2010 Çarşamba

Dostoyevski'nin Yazamadığı Roman

"1871 yılında ise, o sıralarda elli yaşında olan Dostoyevski kumarı gerçekten bırakır. Tutkusu artık dinmiştir. Bundan kısa bir süre sonra karısı ve kızıyla birlikte yeniden vatanına döner. Gerçi hale borçları vardır ve sıkıntıları gittikçe daha dayanılmaz olmaktadır; bununla birlikte, artık gerçekten dönmüştür. İçinde yaşadığı çağın sorunlarına ve bazı günlük olaylara ilişkin görüşlerini içeren Bir Yazarın Güncesi adlı kitabını yayınlar. Genci ve yaşlısıyla birlikte sayısız okurlar ona başvurarak tavsiye ve teselli istemekte, ona yaşamın anlamını sormaktadırlar. Herhangi bir yerde eserlerinden parçalar okunduğunda, çevresi hemen kalabalıklaşmaktadır.

SATIŞA ÇIKAR VE TÜKENİR

"Puşkin'i anma konuşmasının ardından herkes tarafından çılgınca alkışlanır; yaşlı Turgenyev bile önünde eğilip onu kucaklar. Dostoyevski on yıl, belki de daha uzun bir süre boyunca asıl büyük eserinin, opus maximum'unun, büyük günahkarın romanı olacağını düşünür; bu arada Karamazov Kardeşler'i yazmayı sürdürmektedir. Kitap, satışa çıkar çıkmaz tükenir. Dostoyevski, yayıncısına son bölümü gönderdiğinde, şöyle der:

'Romanım artık bitti. Üzerinde üç yıl çalıştım. İzin verirseniz eğer, size veda etmeyeceğim. Çünkü daha yirmi yıl yaşamak ve yazmak istiyorum.'

"BÜYÜK GÜNAHKARIN YAŞAMI"

"Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'in planladığı devamını getiremedi; Büyük Günahkarın Yaşamı adlı romanı da yazamadı; çünkü yukardaki mektuptan iki ay yirmi gün sonra geçirdiği bir kanama sonucu öldü. Dostoyevski, 31 Ocak 1881 günü Alexander Nevski Manastırı'nda toprağa verildi. Buz gibi soğuğa karşın son yolculuğunda ona eşlik etmek üzere yaklaşık otuz bin kişi toplandı."

(Parçalanmış Gerçeklik, Manes Seperber, Can Yayınları)

8 Haziran 2010 Salı

Nasıl şair olunur?

Şair Rainer Maria Rilke, Paris’te heykeltıraş François-Auguste Rodin’e bir sanatçı olarak nasıl yaşaması gerektiğini sorduğu zaman Rodin’in karşılığı kısadır: “Çalışmak, yalnızca çalışmak ve sabretmek.”

Rilke’nin yaşamöyküsünü, Kalbin İşi kitabında anlatan Stefan Schank, Rodin’in bu sözlerinin Rilke’nin “sanatsal amentüsü” olduğunu belirtir. Rilke karısı Clara’ya mektubunda, “Rodin, insan için eşsiz bir örnek” diye yazar. Rilke, yaşamı boyunca sadece Rodin’den değil, sanatını olgunlaştırmasını, daha güzel şiirler yazmasını sağlayacak her fırsattan yararlanır. Rilke de Rodin gibi, “sanatın belli bir amaçtan bağımsızlığına” inanır.

RODİN'DEN İPUÇLARI

Kalbin İşi’nden, Rilke’nin, Paris günlerinde Rodin’den sanatı için ipuçları keşfetmekle yetinmediğini, Louvre’da Boticelli, Leonardo ve Antikçağ sanatçılarına saatlerini ayırdığını, Fransız Milli Kütüphanesi’nde modern Fransız yazarları Geffroy, Baudelaire, Flaubert ve Concourt Kardeşleri okuduğunu, Ortaçağ katedrallerinin röprodüksiyonlarını büyük bir titizlikle incelediğini, Sire Jean Froissart’ın Malte’deki tarihi kişiler için önemli bir kaynak oluşturan Croniques’ini okuduğunu öğreniyoruz.

ÇEKÇE,FRANSIZCA,LATİNCE, YUNANCA,DANCA ÖĞRENİR

Aslında Rilke, daha sonra Malte Laurids Brigge’nin Notları kitabına bir bölümü yansıyacak Paris günlerindeki bu çalışmalarının benzerlerini gittiği diğer bütün Avrupa şehirlerinde de geçekleştirir. Alman dilli şair, çocukluk ve gençlik yıllarında Çekce, Fransızca, Latince ve Yunanca öğrenir. Rusya’ya gitmeden önce Rusça bu dil hazinesine eklenir; Rus tarihi ve Rus edebiyatı kaçınılmaz olarak zihinsel sanat deposunda yerini alır. Floransa’da İtalyan Rönesansı ile ilgilenir. Daha sonraki yıllarda da Danca öğrenir. Ayrıca Grimm Kardeşlerin Almanca Sözlüğü üzerinde çalışır.

GENÇ ŞAİRE MEKTUPLAR

Rilke’nin hayatı adeta “Nasıl şair olunur?” sorusuna verilmiş uzunca bir karşılıktır. Kendisinden şiir konusunda tavsiyeler isteyen askeri okul öğrencisi Xaver Kappus’a yazdığı ve ölümünden sonra yayınlanan mektuplardan oluşan Genç Şaire Mektuplar’da anlattıkları ise bu hayatın çok çok kısa bir özetinden başka birşey değildir. Ailesinin baskısıyla birçok okula girer çıkar; askeri okuldan, ticaret akademisine, hukuktan, felsefeye kadar birçok okulda tutunmaya çalışır ama tek nefes alabildiği alan şiirdir, öyküdür.

Sanatı için, hayatını çoğu zaman bir cehenneme çeviren depresyonunun tedavisine izin vermez. Rilke, o yıllarda Freud rüzgarının etkisiyle yaygınlaşan psikanalizden, sanatçı olarak yeteneğini olumsuz etkileyeceğini düşünerek vazgeçer; ruh hekimleri yerine yazmanın kendisi için daha iyi bir terapi olduğunu düşünür. Rilke için bir başka terapi yolu da yer değiştirmelerdir. Rilke, yaratı sürecini harekete geçirmek için Avrupa’nın bir köşesinden bir başka köşesine sürekli gezer.

ACININ ŞAİR İÇİN İŞLEVİ

Rilke, çektiği acılar ve sıkıntılarını, yaratı sürecinin bir parçası olarak görür ve büyük bir sabırla bunlara katlanır. Rilke, Kappus’ta yazdığı bir mektupta, “Sevgili Kappus, bir hüzün, şimdiye dek bir eşine daha rastlamadığınız kadar devcileyin bir hüzün gelip dikildi mi karşınıza, sakın korkuya kapılmayın. Bir tedirginlik, bir ışık demeti ya da bir bulutun gölgesi gibi elinizin üzerinden kayıp gitti mi, ürkmeyin sakın. Size bir şeylerin olup bittiğini düşünün; yaşamın sizi unutmadığını, sizi elinden tuttuğunu aklınızdan geçirin; yaşam, sizin düşmenize fırsat vermeyecektir. Ne diye bir tedirginliği, bir acıyı, bir hüznü yaşamınızın dışında bırakmaya çalışıyorsunuz? Bunların sizin varlığınızda ne işlevler gördüğünü bilmiyorsunuz ki!” der.

KADINLAR

Rilke’nin, hayatına giren kadınlarla ilişkilerinde de önceliği sanatındadır, yaratma sürecine engel olduğunu düşündüğünde ilişkiye son verir. Sonuncular adlı öyküde, kişilik olarak Rilke’ye benzeyen Harold, kendisine çok bağlı olan Marie için şöyle der: “Tasarladığım gelecekte bir yer yok kendisine. Yaşam alanı dar ve benim bu alana pek çok şey yerleştirmem gerekiyor.”

Rilke, on öyküsünün yeraldığı Sonuncular’da şiir dilinden vazgeçmez. “Sanki havaya kaldırdığı ellerinde gözlerimizi kamaştıran bir şey tutmuş, salondakilere gösteriyordu. Birden ağırlaştı gölgelerimiz, gölgelerimizden soyunduk ve salonda dikilmeye başladık: Onun ışığından bir ışık, onun kalbinden bir kalp olduk” derken de, “Kendi zamanımın sahibi değilim” ya da “Öyle çok iş oluyor ki artık, sanki kalplerde hiç gündüz olmayacak- tıpkı dışarıdaki gibi.” ve “Çocukluk herşeyden bağımsız bir ülke. İçinde kralların yeraldığı tek ülke” derken de şiirsel zamanı kullanır.

LOU ANDREAS SALOME

Rilke’nin yaşadığı sürece en çok etkilendiği kadın, “Zürih’teki Politeknik Okulu’nda felsefe, teoloji, karşılaştırmalı dinbilim ve sanat tarihi okumuş, çok zeki, kendinden emin, Avrupa’daki entelektüel çevrelerin dikkatini çekmiş, Friedrich Nietzsche biyografisini yazmış, ahlak felsefesicisi Paul Ree’nin, Frank Wedekind’in ve Richard Beer- Hoffmann’ın da aralarında yeraldığı erkeklerle yaşadığı gönül macerarı nedeniyle ünlü olan Lou Andreas Salome”dir.

Rilke, dört yıl birlikte yaşadığı Lou’dan sonra tanıştığı Clara Westhoff ile evlenir. Ruth adında bir kızı olur. Ama evliliği de babalığı da sürdüremez. Sürekli maddi sıkıntı çeken Rilke, evliliğin ve çocuğun getirdiği ek maddi yüklerle çok bunalır.

DUİNO AĞITLARI

1904 yılında maddi durumunun giderek kötüye gitmesi üzerine, “Bizimle ilgilenecek, bize el uzatacak varlıklı birini biliyor musun” sorusunu yöneltir bir dostuna. Bu dönemde Rilke, Kontes Luise von Schwerin’le tanışır ve Kontes de onu birçok varlıklı ve nüfuzlu kişiyle bir araya getirir. Bundan sonra Rilke’nin hayatı kendisini himaye eden soyluların Avrupa’daki saray ve köşklerinde geçer.

Rilke, 18. yüzyılın büyük bestecileri Handel, Bach ve Haydn’dan daha şanslıdır, çünkü “efendilerinin” istediği zaman değil, sadece ilham geldiğinde eserler verebilecektir. Rilke, Orta Avrupa aristokrasisinin elit kesiminin temsilcisi olan Prenses Marie Taxis’e ait Adriyatik Denizi’nde yeralan ve savaşta ağır zarar görmüş olan Duino Şatosu’nuda kaldığı 1911-12 kışında, “Duino Ağıtları” adını vereceğini ağıtlardan ilkini yazmaya başlar ama 853 dizeden oluşan on şiirlik Duino Ağıtları’nın yazımı kolay olmaz; Rilke ancak on yıl geçtikten sonra Muzot Kulesi’nde ağıtların yazımını tamamlar ve bunu herkese müjdeler.

WİTTGENSTEİN'DEN HEDİYE

Rilke’nin bir başka şansı da kuzeni dışında birinden de miras kalmasıdır. “Savaşın başlamasından kısa süre önce bir mirasa konan ve parayı dünya görüşüyle ilgili nedenlerden yalnızca kendisi için harcamak istemeyen matematikçi ve dil filozofu Wittgenstein 20 bin Kron tutarında bir miktarı hediye olarak, ilkin paranın kimden geldiğini bilmeyen Rilke’ye yollar.”

GÜL DİKENİ

Rilke son günlerini de İsviçre’de sanat eseri koleksiyoncusu ve sanatçıların elinden tutan kardeşlerden Werner Reinhart’ın satın aldığı Muzot Kulesi’nde geçirir. Burada yeni keşfettiği Paul Valery’nin şiirlerini Almanca’ya çevirir. 1921-22 kış aylarındaki yoğun çalışmalardan sonra bazı sağlık sorunları ortaya çıkar ama doktorlar bunun psikomatik bir rahatsızlık olduğunu düşünürler. Bir türlü iyileşemeyen Rilke vasiyetini kaleme alır ve hasta yatağında yanında rahip görmek istemediğini belirtir. Rilke’nin sağlığıyla ilgili gerçekleri ortaya çıkaran ise bir gül koparmak isterken eline batan dikendir. Önceleri zararsız görünen yara çok kısa sürede vücuduna yayılır. Sonuçta doktorlar asıl hastalığının akut löseminin çok seyrek görülen bir türü olduğunu farkederler. Rilke’nin sanata adanmış hayatı 29 Aralık 1926’da son bulur.

(Rilke, Kalbin İşi/ Sonuncular/ Genç Şaire Mektuplar/ Auguste Rodin, Cem Yayınevi)
(Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Adam Yayınları)
(Rilke, Duino Ağıtları, Türkiye İş Bankası Yayınları)

Radikal Kitap

Thomas Mann’ın oğlu olmanın önlemez ıstırabı!

Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi’ni 1901 yılında yayınladığında henüz büyük oğlu Klaus Mann doğmamıştı. Klaus, beş yıl sonra dünyaya geldiğinde, babası sadece Almanya’da değil, yurtdışında da tanınan, kitapları birbiri ardına baskı yapan bir ünlü yazardı.

Thomas Mann, kendisine Nobel Edebiyat Ödülü’nün kapısını açacak Buddenbrook Ailesi’ni yayınladığında sadece 26 yaşındaydı. Sonunda yazar olmaya karar veren Klaus Mann, ilk kitabı olan Çağının Çocuğu’nu yayınladığı zaman da sadece 26 yaşındaydı. Babası gibi bir roman değil, o genç yaşta anılarını yazması yadırgandı ama Klaus’un da ilk kitabı 26 yaşında çıktı. Thomas Mann, 1929 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında 44 yaşındaydı; Klaus Mann 1949 yılında intihar ettiğinde ise 43 yaşındaydı ve ufukta Nobel’i alma şansı görünmüyordu!

BABASININ KİTAPLARI

Bunlar tamamen tesadüf olabilir ama başka bir açıdan bakınca, Klaus Mann’ın aklının ermeye başladığı günden itibaren babasıyla yarıştığı ve sonunda galip gelemeyeceğini anlayınca pes ettiği yorumu da yapılabilir. Çağının Çocuğu, böylesi bir yorumu destekleyici birçok örnekle dolu. Klaus, babasının kitaplarını “tekrar tekrar” okuduğundan sözeder ama bunlarla ilgili ne olumlu ne de olumsuz hiçbir yorumda bulunmaz. Çocukluğunun ilk yıllarında ve ergenlik döneminde Thomas Mann, Klaus’un hayatında varlığı yokluğu belirsiz bir kişi olarak anlatılır ama kitabın sonunda nihayet Klaus içindekini dökmeden duramaz. Birçok dala atladıktan sonra yazar olmaya karar verdiği zaman yayınevlerinde babasının kitapları karşısına çıkar.

"TEHLİKELİ ALINYAZISI"

Klaus, Thomas Mann’ın oğlu olmayı, “tehlikeli alınyazısı” olarak tanımlar: “ Daha huzurlu bir zamanda ya da daha rahat bir alınyazısıyla doğmuş olmayı isteminin bir faydası yok. Çünkü bunu seçmek elimizde değil. Yani her ikisiyle de başa çıkmak gerekiyordu: Hepimizin baş etmesi gereken tehlikeli zamanla ve sadece benim baş etmem gereken tehlikeli alınyazımla.”

OĞUL MANN OLMANIN DEZAVANTAJI

Klaus Mann, babasının ününün başlangıç için kendisine büyük kolaylıklar sağladığını “yadsımadığını” ancak altı ay kadar sonra avantaj gibi görünen bu unsurun bir “dezavantaja” dönüştüğünü anlatır. Klaus, kendi yazdıklarının babasının kitaplarıyla karşılaştırılmasına zor katlanır: “Beni oğul olarak yargılıyorlar. Baştan itibaren, yazdıklarımı bir takma adla yayınlamak suretiyle bu ağır yükten kurtulmayı deneyebilirdim. Ama –hatta böyle bir maske takmış olsaydım, onu korurdum da- kendi hayatımın en acı derdini ki bu aynı zamanda en büyük sorumluluktur, kandırmacalarla sürdürmek doğru mudur?”

Klaus Mann’ın babasına karşı duygularını en iyi ifade eden şey, Çağının Çocuğu’nun 1932 yılında yayınlanmasına karşılık, Thomas Mann’ın 1929 yılında Nobel ödülünü almasından hiç sözetmemesidir. Klaus Mann, bu ödülü, anı kitabında görmezlikten gelmiştir.

DÜNYANIN ÖVGÜSÜ

Oysa Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi’ni yayınlamasıyla başlayan başarılarını daha sonraki yıllarda çoşkuyla anlatır: “Çok geçmeden basında övgü sesleri yükseldi. Yabancı dergi ve gazetelerde de övücü yazılar gittikçe arttı. Baskılar birbirini kovaladı. Üne kavuştum. Öylesine bir başarı kasırgasına kapıldım ki, benzerini iki defa daha yaşadım. Ellinci doğum yılımı kutlarken ve Nobel ödülü aldığımda. Hepsini de benzeri duygularla karşılamışımdır: Kuşkular ve borçluluklarla. Postacının getirdiği mektuplar hızla artıyor, para oluk gibi akıyordu. Resimli dergilerde fotoğraflarım çıkıyordu. Çekingen yalnızlığımın ürünü olan bu eser üzerine yüzlerce yazı yazılıyordu. Dünya övgüleriyle yüceltiyor ve mutluluk dilekleriyle kucaklıyordu beni.
Bu satırlar baba ile oğulun hayatlarındaki çelişkiyi ortaya koyar.

PROUST'UN SORUMLULUĞU

Ne yazık ki, benzer duyguları Klaus Mann hiçbir zaman tadamamıştır. Bunun sorumluluğunu da büyük ölçüde babasına yüklemiş görünmektedir. Küçük yaşlarından itibaren deliler gibi okur, içeriksiz ve sıradan şeyler de olsa sürekli yazar. Onun bütün isteği “bir şey” ve “ünlü” olmaktır; tümüyle buna odaklanmıştır.

Bir anı kitabı kaleme almasından ise Marcel Proust sorumludur. Proust gibi olabilmek için geçmişteki bütün kokuları, tatları hatırlamaya çalışır, anılarını bazen bıktırıcı olabilecek ayrıntılarla süsler ve Proust’ta etkili olan sihrin kendisinde de harekete geçmesini bekler. Ancak sonuçta ortaya ne Kayıp Zamanın İzinde ne de Nobel getirecek bir kitap çıkmıştır; ortaya çıkan sadece çağının sorunlarını da taşıyan kendisidir.


(Klaus Mann, Çağının Çocuğu, Turkuvaz Kitap)
(Thomas Mann, Buddenbrook Ailesi, Can Yayınları)
Radikal Kitap 

Obama döneminin şifreleri

2012 yılı sonuna kadar Beyaz Saray’da görev yapacak ABD Başkanı Barack Obama daha seçilmeden, iki eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski (Demokrat Başkan Carter’le çalıştı) ve Brent Scowcroft (Cumhuriyetçi Başkanlar Nixon, Ford ve baba Bush ile çalıştı) Amerika’nın yeni yol haritasını çizdiler. Amerika Irak’tan çekilmeli mi, İran’a savaş açmalı mı, Gazze için ne yapılmalı, İsrail barışa nasıl ikna edilmeli, Rusya ve Çin ile ilişkiler nasıl olmalı?.. Bunlar ve diğer birçok sorunu büyük bir açıklıkla tartışan, çoğunlukta ortak noktada buluşan bu iki önemli ismi biraraya getiren kişi ise Washington Post yazarı David Ignatius. Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın şimşeklerini üzerine çekmesinden sonra Türkiye’de ünlenen Ignatius, Amerika ve Dünya boyunca, Brzezinski ve Scowcroft’la yaptığı söyleşiyi tarafsız bir şekilde yönetmiş.

Amerika ve Dünya, Bush ve neo-con’ların politikasına karşı Amerika’da devlet içinde oluşan alternatif çizgiyi temsil etmektedir.

OBAMA'NIN ZEKASI

Öyle ki, Kasım 2008’deki başkanlık seçiminden bir ay önce yayınlanan bu kitabın, Obama da McCain de seçilse, izlenecek politikanın ana hatlarını ortaya koyduğu söylenebilir. Zaten karşıt siyasi çizgilerde yeralmalarına karşılık, Ağustos 2002’de Brzezinski Washington Post, Scowcroft da Wall Street Journal’e yazdıkları makalelerle Irak işgaline karşı çıkmışlardır. Obama yönetimine yakın olarak bilinen bu iki isimden Brzezinski, kitapta, “Obama’yı en baştan beri sevdiği” itirafında bulunur.

Brzezinski, Obama’nın “özgül zekası dışında, onun seçilmesinin kendiliğinden diğerlerinin itibarı için saygı işareti vereceğini” belirtir.

"KORKU ÜRETİLDİ"

Kitap, öncelikle Amerika’nın giderek daha fazla kendine güvenini kaybetmesinin nedenlerini sorgular. Ignatius’un, “(…) bugün Amerika’nın kendisini çok zayıf hissettiği noktaya nasıl geldik? Sanki Amerika’nın gücü bir karanlığa büründü ve etrafı zorluklarla çepe çevre sarıldı…” sorusuna her iki uzmanın itiraz etmeden karşılık vermesi, bu hissiyatın Amerika’daki derinliğini gözler önüne sermektedir. Brzezinski, 11 Eylül’ün Amerika’da “korku kültürü” yarattığını belirterek,“Bence bu korku, ne yazık ki, yardımcı olacağı düşünülerek türetildi ama istenilen olmadı” der.

IRAK’IN BÖLÜNMESİ

Brzezinski, Irak ve Saddam ile ilgili bir “aldatmaca atmosferinin” yaratıldığına dikkat çekerek, savaş yanlıları için, “(…)Yeni muhafazakarlar ve benim kanımca, Rumsfeld (eski Milli Savunma Bakanı) ve Cheney (eski Başkan Yardımcısı) gibi kendi çıkarlarının peşine düşmüş gerçekçiler vardı” görüşünü dile getirirken, Scowcroft, “Bana göre 11 Eylül’den sonra Başkan’ın görüşleri de temelden değişti. Bir çeşit dini çoşku …” gözlemini yansıtır.

Hem Brzezinski hem de Scowcroft, Irak’ın bölünmemesi gerektiğini belirtirler. Brzezinski, Amerika’nın Irak’tan erken çekilmesini savunarak, “Bizim orada bulunmamız Irak’ın bölünmesine katkıda bulunuyor. (…) Irak’ta ne kadar uzun kalırsak, oradan ayrılışımız Irak’ın tekrar birleşmesine o kadar az fırsat verecektir” derken, Scowcroft, “Amerika’nın bu işteki çıkarı, kendisini oluşturan parçalara bölünmeyen bir Irak’tır” der.

Her iki isimin bir başka birleştikleri nokta, Bush yönetiminin İran’a savaş açmamasının çok iyi olduğudur ve bugün artık nükleer silah sorununun çözümü için Tahran’la müzakere yapılmasını önerirler.

ÜÇKAĞITÇI MÜZAKERECİLER 

Şah’ın devrilerek Humeyni’nin gelişi ve ABD’nin Tahran elçiliğinin işgali sırasında Beyaz Saray’da görevde olan Brzezinski, İran’daki rejimin “o kadar da despotik olmadığını” belirterek, “Sözkonusu demokrasi olduğunda, Rusya’da yaşamaktansa, İran’da yaşamayı tercih ederim” der. İran’ın Amerika’da tanındığı gibi bir ülke olmadığının altını özellikle çizen Brzezinski, İran ve Türkiye’nin karşılaştırılması durumunda, eğitim seviyesinde ve kadınların eğitim düzeyinde göze çarpan bir benzerlik bulunduğunu ifade eder. Brzezinski, “İranlılar hakkında öğrendiğim şeylerden biri de çok yetenekli olmalarının yanında çok da üç kağıtçı müzakereciler olduklarıdır” görüşünü dile getirir.

GAZZE VE FİLİSTİN

Her iki uzman da İsrail-Filistin sorununun çözümünün acil olduğunda birleşirler. Brzezinski, “Gazze’deki insanları aç bırakarak İsrail’e olan bağlılığımızı kanıtlamak fikri bana göre esasen etik değil ve siyasi olarak da hayata geçirilmesi zor” derken, Scowcroft, “Bence orada (İsrail’e karşı) yerine getirmemiz gereken özel bir sorumluluğumuz yok. Üçüncü kuşaklarını mülteci kamplarında geçiren Filistinlilere karşı da aynı sorumluluğu taşıyoruz. Bu kamplar, pek çok şeyin yanı sıra, terörün yeşerdiği yerler. (…) İsrail’in bir anlaşmaya varmasının taşıdığı risk, şiddetli derecede düşman bir bölgede kendini soyutlamaya devam ederek güvenlik için ABD’ye dayanmasından çok daha az” sözleriyle Bush yönetiminden farklılığını ortaya koyar.

TÜRKİYE AB’YE GİRMELİ

Hem Brzezinski hem de Scowcroft, Türkiye’nin AB’ye üye olması gerektiğini belirtirler. Brzezinski, “Amerikan bakış açısıyla Türkiye’nin böyle bir (genişlemiş) Avrupa’nın içinde yeralması istenilir bir durumdur, çünkü dışarıda kalmış bir Türkiye’nin Ortadoğu ülkesi olması ve dolayısıyla Ortadoğu’yu Avrupa’ya getirmesi muhtemeldir” der. Scowcroft da, “Avrupa’yı genişletmeyi çok fazla isteyen var. Türkiye klasik bir örnek, çünkü Türkiye coğrafi olarak Avrupa ve Asya’ya uzanıyor. Ne kadar genişlerseniz, daha az bağlı bir yapının ortaya çıkma ihtimali yükselir. Bununla birlikte bence Türkiye’nin AB’ye katılması son derece önemlidir” görüşünü savunur.

ÇİN'E BAĞIMLILIK

Kitaptaki bir tartışmada, Ignatius, Çin ve Japonya’nın, Amerika’nın artan ticaret açığını kapatmak için borç senetleri verdikleri belirterek, Çin’in bunu bir silah olarak kullanıp kullanmayacağını sorar. Scowcroft, “Bazı sebeplerden ötürü, böyle birşeyin yaşanacağından emin değilim. Birincisi, Çin’in bir trilyonun üzerinde ABD banknotu varken, kendi varlıklarını yoketmeden bunu ABD’ye karşı bir silah olarak kullanması mümkün değil. Bu, ortak olduğumuz anlamına geliyor. Yani birbirimize bağlıyız” der. Brzezinski, Irak’taki savaşa mali kaynak sağlamak için Asya’dan borç aldıklarını ve bunun Amerika’nın kendi kaynakları dışında yabancı bir ülkeden borç alarak finanse ettiği ilk savaş olduğunu söyler. Ancak Scowcroft, Birinci Körfez Savaşı’nın finansmanını da Arapların yaptığını ama bunu borç yazmadıklarını bildirir.

Her iki isim de küreselleşmenin risklerini tartışırken, Brzezinski,küresel bir siyasi uyanış” olduğunu ve bunun bir “küresel kaosa” dönüşebileceğini ifade eder. Brzezinski, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi kurumların günümüzde zayıf kaldığını ve değişime ihtiyaçları olduğunu dile getirir.

"AMERİKALILAR BİLGİSİZ"

Brzezinski, önümüzdeki süreçte Amerika’nın dünyaya liderlik edebilmesi için iyi bir lidere sahip olmasının yanısıra “çok daha aydın” bir topluma ihtiyaç olduğunu vurgular: “Bana sorarsanız, Amerikalılar ilginç ve aynı zamanda çelişkili bir biçimde, hem iyi eğitim almış hem de insanı hayrete düşürecek kadar bilgisiz insanlar” der. Amerikalıların diğer ülkelerin tarihleriyle ilgili bilgilerinin olmadığını anlatan Brzezinski, National Geographic’in Amerikalıların coğrafyayı bilmediklerini gösteren çalışmalarına dikkat çeker ve “Üniversiteye giren birçok Amerikalı Büyük Britanya’yı ve savaşın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen Irak’ı haritada gösterememiştir. Araştırmaya katılanlardan yüzde otuzu Pasifik Okyanusu’nu bulamamıştır” sözleriyle şaşkınlığını dile getirir.

(Zbigniew Brzezinski – Brent Scowcroft ,Amerika ve Dünya, Profil Yayıncılık)
Radikal Kitap

Sartre: “Herşeyi Onda Buldum”

Jean Paul Sartre da, Simone de Beauvoir da yılın aynı gününde, 14 Nisan’da ölürler. Başı çeken yine Sartre’dır. Sartre’ın 1980’de, Beauvoir’ın da 1986’da bu dünyadan ayrılmalarından sonra külleri Montparnasse mezarlığında aynı mezar taşının altında olsa da Beauvoir, “Ölümü bizi ayırıyor. Ölümüm bizi birleştirmeyecek. Bu böyle. Yaşamlarımızın o kadar uzun bir süre uyumlu gidebilmiş olması bile çok güzel bir şey” diye yazmıştı.

SARTRE'IN CENAZESİ

Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı cenaze törenini anlatırken de, “Bunun tam da Sartre’ın istediği ve hiç bilemeyeceği cenaze töreni olduğunu düşünüyordum. Cenaze arabasından indiğimde, tabut mezarın içine konmuştu bile. Bir iskemle istedim, bomboş bir kafayla mezarın kıyısında oturup kaldım” der, Sartre’ın son on yılını anlattığı Veda Töreni’nde. Beauvoir, cenaze sonrasında zatürrre olur ve oldukça geç sağlığına kavuşur.

İşte o günlerde Beauvoir’ın en yakınındaki kişi, 1960 yılında tanıştığı ve 1981 yılında evlat edindiği felsefe hocası Sylvie Le Bon de Beauvoir’dır. Sylvie Le Bon, Jacques Deguy ile birlikte Beauvoir’ın hayatına kuşbakışı bakan Özgürlüğü Yazmak’ı kaleme alır. Kitap, Beauvoir’ın çeşitli tarihlerle çekilmiş çok sayıda fotoğrafına da yer verir. Beauvoir, bunların tümüne, her erkeğin kolay tahammül edemeyeceği kadar “akıllı bakışlı” bir kadın olarak yansır.

ANLAŞMA

1929 yılında felsefe eğitimi sırasında yolları keşişen ikilinin beraberlikleri 1980’de Sartre’ın ölümüne kadar 51 yıl devam eder. Her zaman birbirlerine, “siz” diye hitap ederler. Sartre’ın sağlığını yitirdiği dönem hariç ayrı evlerde yaşarlar. Sartre’ın daha ilk tanıştıklarında poligam olduğunu söylemesi üzerine, iki yılla sınırlı bir sadakatten sonra her birinin kendi yolunu çizmesine imkan veren bir “anlaşma” yaparlar. İki yıldan sonra aralarına birçok başka aşklar girse de bağlarını hiçbir zaman koparmazlar. Kitaplarını, birbirlerinin onayını almadan yayınlamazlar. Deliler gibi çalışırlar, birlikte tatile giderler. “Ama ‘tatil’ dedikleri şey de gidip başka yerde çalışmak demektir. Çalışma olmaksızın yaşam onlara yavan gelir”.

BEAUVOİR FELSEFEDE İKİNCİ

Dalga dalga dünyaya yayılan etkilerinin temel taşını felsefe oluşturur. Onlar felsefeden güç alırlar. Her ne kadar Sartre felsefede ön planda görünse de, Beauvoir da ondan geri kalmaz. 1929 yılında “pek fazla çalışmadan” girdikleri agregasyon sınavında Sartre birinci, Beauvoir ikinci, Paul Nizan da beşinci olur. Beauvoir, geleneksel kadın modelini yıkmaya daha o tarihte başlayacak kadar özgüven ve zeka sahibidir.

1974 yılında Beauvoir’ın Sartre ile yaptığı - ne yazık ki bugün artık yeni basımı yapılmayan- Söyleşiler’deki karşılıklı konuşmalar, Varlık ve Hiçlik’in doğuş sürecine ilişkin ipuçlarını verir.

SARTRE'IN TUTSAKLIĞI

Sartre, “Tutsaklığım (Almanya/1940-41) sırasında neyimin eksik olduğunu soran bir Alman subayına şöyle yanıt verdim: Heidegger” der. Beauvoir, “Belki Heidegger’in rejim tarafından iyi görülmüş olmasındandır…” yorumunu yapınca, Sartre, “Belki. Her neyse, tutup onu verdiler bana. Kocaman, pahalı bir cilt. Şaşılası şeydir çünkü o zamanlar kimseye çiçekler sunarak davranılmıyordu, biliyorsunuz. (…) Heidegger’i tutsak kampındayken okudum. Onu kendisinden çok Husserl aracılığı ile anladım zaten. Daha önce de 36’da biraz okumuştum zaten…” karşılığını verir.

Heidegger’in 1927’de yayınlanmış Varlık ve Zaman’ının açtığı yolda Sartre 1943’te Varlık ve Hiçlik’le varoluşçuluğa kendi damgasını vurur. Ama Sartre aynı noktada kalmaz, 1960’ta Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yayınlar. Türkiye ise Sartre’dan 68 yıl sonra Heidegger’in o ünlü yapıtıyla geçen yıl tanıştı, bu yıl da Varlık ve Hiçlik yayınlanabildi.


FRANSIZ ERKEĞİ

Beauvoir, feminizmde önemli bir dönüm noktası olan İkinci Cins’i 1949’da yayınladığında dostları Albert Camus bile Beauvoir’ı, “Fransız erkeğini gülünç düşürmekle” suçlasa da ilk cilt bir haftada yirmi bin satar. “Ama bu bir skandalın başarısıdır, yazara çirkin mektuplar ve hakaretler yağdırılır. Kitapçılar kitabı satmayı reddeder, Vatikan kara listeye alır. Varoluşçulara düşmanca bir tutum içindeki Komünist Parti ‘bunun’ işçi kadınları ilgilendirmediğini ilan eder.” Beauvoir ise gezmeye ve çalışmaya devam eder ve “üstünde dört yıl çalıştığı” Mandarinler romanıyla 1954’te Goncourt ödülünü kazanır.


NOBEL'E RED

Buna karşılık Sartre, 1945’te Legion d’Honneur, 1964’te de Nobel ödülünü reddetmiştir.
1974/Söyleşiler’de bunun gerekçesini anlatan Sartre, “Legion d’Honneur ya da Nobel armağanı olsun, sözkonusu onuru veren insanlar böyle bir onuru verme niteliğine sahip değildirler. Kant’a yahut Descartes’a, Goethe’ye şu anlamda gelen bir armağan verme hakkına kim sahiptir anlayamam” der. İnsanların birbirlerine “onur” sunmalarını kabullenemez, bunu kendi gerçeğinin yadsınması olarak görür.

Beauvoir da Sartre da çok gezerler; Çin’den, SSCB’den, Mısır’dan, Küba’dan, Brezilya’dan resmi davet alırlar, birçoğunda devlet başkanı gibi karşılanırlar. De Gaulle karşıtı gösterilerde önde yürürler, Cezayir’e müdahaleye karşı çıkarlar, Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkan radikal gruplar iki kez Sartre’ın oturduğu evin önünde plastik bomba patlatır. İkilinin bu süreçte yaşadığı tehdit ancak 1962’de Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasıyla son bulur.

1968 OLAYLARI

1968 olayları sırasında polis baskısına karşı öğrencilere destek verirler. “Beauvoir, yerleşik iktidara karşı, kurumsal sola karşı düşüncelerini, düzenli olarak kapatılan ya da toplatılan gazetelerde dile getirir. İkili, bu gazetelere yardım etmek için mali ve hukuki açıdan çalışmaya koyulurlar. Sözgelimi Beauvoir 1970’te Paris sokaklarında arkadaşlarıyla birlikte La Cause du peuple gazetesini satacaktır.” Yasaklanmış bir gazeteyi satsalar da onları hapse atmayı göze alamayan Fransa, kısa bir gözaltı ile yetinir ama ikilinin bütün bunlara bakışı sıradan insanlarınkinden çok farklıdır. Onlar 26 Haziran 1970’te Paris’in geniş bulvarlarında bu gazeteyi satarken, “…tutuklanmayı başarırlar ve buna çok memnun olurlar. Karakolda kısa bir süre tutulduktan sonra serbest bırakılırlar.”

Ekim ayında ise, Sartre, Liberation gazetesinin temelini atar, “Bütün bunlar polisle birlikte hapishane arabasına binmelerine ve çok eğlenmelerine yol açar!”

VAROLUŞÇULUK

Kitapta, Beauvoir’ın “uzun zaman medyaya muhalif” olduğu belirtilir. Aslında bu şaşırtıcı değildir . Daha 1940’larda Fransa’da basının varoluşçuluğa getirdiği tanımlama ve daha sonraki adımlarında medyanın yaklaşımı bu tavrı göstermelerine neden olur.

Sartre’ın Varlık ve Hiçlik’i 1943’te yayınlanmıştır ama basın bunu umursamaz, “skandal aramaktadır”. Basının gözündeki “varoluşçu”, Alman işgalinden sonraki “çılgınca yaşama sevinci”, “Amerikan cazına düşkünlükleri ve çarpıcı şık giyimleriyle öne çıkan gençler” olarak bilinen “zazou” ların acayiplikleridir. Hayatı boyunca basının “skandal” arayışına muhatap olan Beauvoir, ölümünden sonra da bundan kaçamaz. Beauvoir’ın 100. doğum günü nedeniyle Le Nouvel Observateur dergisi geçen yıl Beauvoir’ın çıplak fotoğrafını yayınlayarak, tartışma yaratır. Neden Sartre’ın da aynı tarz bir fotoğrafının yayınlanmadığını soranlar olur. Ama Sartre bile bir keresinde kadınlara bakışını değiştiremediğini itiraf etmiştir. Sartre, 1965 yılında Beauvoir hakkında konuşurken, “Onda harika olan taraf, bir erkeğin zekasına –konuşma tarzımdan hala biraz köleci olduğumu anlarsınız -- ve bir kadının duyarlılığına sahip olması. Bir başka deyişle, arzulayabileceğim her şeyi tam olarak onda buldum” demiştir.

(Jacques Deguy ve Sylvie Le Bon de Beauvoir,SİMONE DE BEAUVOİR/ ÖZGÜRLÜĞÜ YAZMAK,Yapı Kredi Yayınları)

Radikal Kitap

Zweig, Dostoyevski ve Tolstoy’un izinde…

Stefan Zweig’ın, Can Yayınları tarafından yıllar sonra yeni çevirisiyle bir kez daha yayınlanan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı öyküleri, birbirinden çok farklı kimlikler ve çevrelere ait olsa da iki “yaşlı”nın başından geçenleri anlatır. İlk öyküdeki İngiliz aristokrat Mrs C 67, ikinci öyküdeki çok zengin Yahudi Salomonsohn 65 yaşındadır. İlk öykü Dostoyevski’nin Kumarbaz romanını, ikinci öykü ise Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü öyküsünü çağrıştırır.

DOSTOYEVSKİ VE TOLSTOY'DAN ÇAĞRIŞIMLAR

Zweig, Dünün Dünyası adlı anı kitabında, kendisinin yazarken kitabının akıcı olması için acımadan nasıl kısaltmalar yaptığını anlattıktan sonra, “Elime aldığım kitapların onda dokuzu gereksiz betimlemeler, anlamsız diyaloglar, önemsiz figürler, gereksiz öykülerle dolu olduğundan sürükleyicilikten ve dinamizmden uzaktı. Hatta usta yazarların en ünlü klasik eserlerinde bile göze batan ve zoraki uzatılan pasajlar beni çok rahatsız etmiştir” demişti. Zweig, editörlere klasiklerin “fazlalıklarının atılarak” da yayınlanmasını önermiştir. Buna dayanarak, Zweig’ın bu iki öyküyü yazarken, bilinçli olarak Dostoyevski ve Tolstoy’un eserlerini çağrıştırdığını söylemek abartı olmaz.

EDİTÖRLERE ÖNERİ

Zweig’ın, Dostoyevski ve Tolstoy’un hem hayatlarını hem de eserlerini çok iyi incelediği ve her ikisiyle de ilgili Dünyanın Fikir Mimarları dizisinde unutulmaz denemelere imza attığı dikkate alınırsa, bir ihtimal, Zweig, editörlere yaptığı öneriyle ilgili kendisi bir deneme yapmış olabilir ve bu nedenle çok açık bir şekilde bu iki ünlü eseri çağrıştırmaktan çekinmemiştir diyebiliriz. Ancak hiçbir şekilde Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı öykülerin, birebir bu klasik eserlerin kısaltmaları olduğu söylenemez. Zweig, her iki öyküde de bu çağrışımların ötesine taşarak, anlatımına kendi damgasını vurmuştur.

KUMARBAZ

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te, Mrs C ile bir kumarbazın Monte Carlo’da tesadüfen karşılaşmaları anlatılır. Mrs C, “Belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır” düşüncesiyle ahlak anlayışının sınırlarını zorlar ve 24 saat içinde bambaşka bir insana dönüşür. Yıllar sonra dönüp o günü bir kez daha düşündüğünde, “Fakat neyse ki, zamanın çok derin bir gücü var ve yaşlılık tüm duyguları silebilecek güçte” der.

Zweig, bu öyküde çok çarpıcı bir “kumarbaz” portresi çizmesinin yanısıra, “siyah ve beyaz”ın insanın doğasına aykırı olduğunu gösterir.

Yaşam sürprizlerle doludur ve kimse an’ların ne getireceğini ya da ne götüreceğini bilemez. O nedenle, “asla”lara yer yoktur; bunun doğal sonucu kimseyi “dışarıdan” bakarak yargılamamak ve “gerçek” denilen sırrın bambaşka bir şey olduğunu görmemiz gerektiğidir.

"PARA YABANCILAŞTIRDI"

Bir Yüreğin Ölümü ise ne için yaşadığımız ve yaşamın anlamı üzerine bizi düşündürür. Öykü kahramanı Salomonsohn, sevgisiz ve yalnız yaşlılığının sorumlusu olarak parayı gösterir. Zweig, paranın yabancılaştırıcı etkisini yaşlı adamın ağzından vurgular: “para onları bana yabancılaştırdı… ben aptal, tonla parayı bir araya getirdim, kendimden bile çaldım, kendimi yoksul düşürdüm, onların ahlakını bozdum” der. Yabancılaşmanın en üst perdesi, her şeyden kaçış ve adım adım dünyaya veda etmektir. Artık hiçbir şeyi düzeltemeyeceğini bilen yaşlı adama sahneyi terketmek düşer.

BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT
VE BİR YÜREĞİN ÖLÜMÜ
Stefan Zweig
Çeviren: Gülperi Sert
Can Yayınları
115 sayfa
9 TL.
Radikal Kitap

Küresel Kriz ve Yeni Hitlerler

Küresel krizin yeni Hitlerler üretip üretmeyeceğini zaman gösterecek ama 1929 krizini, birinci ve ikinci dünya savaşlarını yaşamış Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın tanıklıklarını bir kez daha okumanın tam sırası. Kendisini yirminci yüzyılın Erasmus’u olmaya adamış ama hayalkırıklığını hayatıyla ödemiş Zweig’ın Dünün Dünyası adlı anı kitabı, Can Yayınları tarafından yeni çevirisiyle bir kez daha yayınlandı.

TEHLİKEYİ GÖREMEMEK

Zweig’ın karısıyla birlikte 1942 yılında Brezilya’da hayatına son vermesinden önce yazdığı bu kitap, sanat dışında bir şeyle uğraşmasını gerektirmeyecek kadar güvenli ve huzurlu bir Avrupa’nın, adım adım önce savaş, sonra Hitler karanlığına gömülmesi nedeniyle duyduğu acının hikayesi de sayılabilir. Dünün Dünyası, aynı zamanda Hitlerlere karşı bir uyarı kitabı. Zweig, ömrünün sonuna doğru, “Neden tehlikeyi göremedik, nasıl bu noktaya geldik?” sorusuna, bütün içtenliğiyle karşılık vererek kendisinden sonraki kuşaklara karşı görevini yerine getiriyor.

HİÇ ÖNEMSEMEDİ

Zweig, “Tarihin değişmez yasasıdır, çağa damgasını vuran önemli olayların nasıl başladığını dönemin çağdaşları fark etmez” sözleriyle o günün aydınlarının ve elitlerinin küçümsedikleri Hitler’e bir gün boyun eğmek zorunda kalacaklarını öngöremediklerine dikkat çeker. Zweig, ilk kez Hitler adını, “kaba bir kışkırtıcı, cumhuriyet ve Yahudi karşıtı” olarak duyduğunu ama hiç önemsemediğini hatırlar. Ama zamanla bu küçük grup genişler, talimler, yürüyüşler yapar, gamalı haçlar çizmeye başlarlar. Zweig, bu birliklerin eski ya da görevli askerler tarafından eğitildiklerine inanır.

HİTLER'İN KİTABI

1923 yılında, hükümet devirme girişimi bastırılarak Hitler tutuklanır. “Ancak birkaç yıl sonra yine ortaya çıktı ve şimdi galeyana gelen memnuniyetsizlik dalgası onu hızla zirveye taşımaya başladı. Enflasyon, işsizlik, siyasi krizler ve en az onlar kadar dış ülkelerin aptallığı Alman halkını patlama noktasına getirmişti. (…) Fakat bizler tehlikenin hala farkında değildik. Hitler’in kitabını okuyan çok az sayıdaki yazar bile, onun programına kafa yoracağına, caf caflı üslubuyla dalga geçiyordu. Büyük demokratik gazeteler uyarmak yerine, ağır sanayinin paralarıyla ve fütursuz borçlanmalarla zar zor desteklenen bu kışkırtma eylemlerinin öyle ya da böyle yarın, öbür gün son bulacağını söyleyerek okurlarını her gün yeniden avutuyorlardı.”

BOLŞEVİZM KORKUSU

Hitler’in, birbirine düşman kesimlerin hepsine bol keseden sözler verdiği için iktidara gelişine, faizden bıkan küçük burjuva da, Bolşevizm korkusu yaşayan ağır sanayici de, komünizmden ürken sosyal demokratlar da sevinirler. Hatta Alman Yahudileri bile, “pek huzursuz sayılmazlardı.” Hükümete gelen bakanların Jakobinlikle ilgilerinin kalmayacağını ve “Alman şansölyesinin anti-semitik kışkırtıcılıktan doğal olarak vazgeçeceğini umuyorlardı.”

Hitler Ocak 1933’te başbakanlığa geldiğinde hiçbir şeyi birden bire yapmaz. “Hitler iktidara geldikten birkaç ay sonra kitapların meydanda, herkesin gözleri önünde teşhir edilip yakılması gibi inanılmaz şeylerin gerçekleşebileceğine en ileri görüşlü insanlar bile ihtimal vermiyordu.”
 
KANDIRMA TEKNİĞİ

Hitler, uyguladığı “insanları kandırma tekniği” ile her zaman bir hamle yapıp sonra ara veriyordu; bu hamlenin fazla gelmediği ve dünya vicdanının bu dozu kaldırıp kardırmayacağını görmek için bir süre bekliyorlardı.

Zweig, Yahudi olduğu için kitaplarının yok edilmesi sürecinde de, “doz artırma” taktiğinin kullanıldığını anlatır. Hitler, aralarında Zweig ile birlikte Thomas Mann, Freud ve Einstein’ın da bulunduğu kişilerin kitapları için önce toptan yasaklayan bir yasa çıkarmaz. Bu yasa çıkarılmadan iki yıl önce, kitaplara ilk saldırıyı resmi sorumluluğu olmayan Nasyonal Sosyalist üniversitelilere yaptırır. Yahudileri boykot kararını uygulamak için önce “halkın öfkesi”ni harekete geçirirler, daha sonra yasa çıkarırlar.

AVRUPA HİTLER'İN İŞGALİNDE

Zweig, 1933 Ekim ayında, Salzburg’taki evinden ayrılarak Londra’ya gider ve bir daha da bu eve geri dönemez. Hitler gerçek yüzünü gösterdikçe, sürgün hayatına bu şehirde başlamak kaçınılmaz olur. Oysa o, Dünya Fikir Mimarları üçlemesinin ilk cildi Üç Büyük Usta, Amok Koşucusu ve Bilinmeyen Bir Kadının Mektupları, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Fouche, Marie Antoinette, Erasmus kitaplarını yayınlamış ve büyük ün kazanmış bir yazardı. Bütün bunları bir Avrupalı olarak yapmıştı ve o Avrupa’nın artık tümüyle Hitler’in işgali altında olduğunu hiçbir şekilde kabullenemeyecekti.

DÜNÜN DÜNYASI
BİR AVRUPALININ ANILARI
Stefan Zweig,
Çeviren: Gülperi Sert,
Can Yayınları,
Aralık 2008,
440 sayfa,

Radikal Kitap